mine.master
Kömür Madencisi
- En iyi cevaplar
- 0
-----------------
Gece Kasabası sakinleri için sıradan bir gün. Dolunay, kasabanın etrafını saran dev yamaçların üzerinde ışıldıyor.
Yan komşumuzdaki köpek havlamasıyla beraber uyanıyorum. Saat sabahın 5 ' i. Güneş'in ışıkları ağır ağır evin içine doluyor. Gözlerimi nihayet açıyorum. Yatağın sıcaklığı beni kendine çekiyor, ben de onu. 'Acaba kalksam mı?' diye düşünüyor, iç güdülerime dayanarak köpeğin sesine gitmeyi tercih ediyorum. Tam pencerenin önüne gelmiş perdeleri çekerken Steve'in sesi geliyor. Ah, yapma. Sabah sabah köpeğiyle oynuyor olamaz öyle değil mi? Pekala, bu saatte kalkmışsa bir sebebi olmalı.
Pencereyi açıp Steve'a sesleniyorum.
"Dostum, bütün kasaba bizi şikayet etmeden önce biraz daha sessiz ol." diyorum. Steve bana dönerek "Uyku vakti çoktan geçti Peter. Tüfeğini alıp aşağıya in, ava gidiyoruz." diyor. Av mı? Bir saniye. Nisan ayındayız ve bugün günlerden... Çarşamba! Av günümüz. Ve ben bunu tamamı ile unutmuşum.
Çok geçmeden uykuyu üzerimden atıp çatıya koşuyorum. Tüfeği en son koyduğum yerden alıyorum.(En son koyduğumda geçen yılın haziran ayıydı) Bu sırada ceketimi giymediğimi hatırlıyor ve tekrar odama koşuyorum. İçeri girdiğimde aceleyle gardırobumu açıyor ve ceketimi alıyorum. Tam evden çıkacakken gözüme ceketimin cebindeki bir kağıt ilişiyor. Bir şekilde cebime girmiş olmalı ama nasıl? 'Önemsiz' deyip kağıdı yeniden cebime atıyorum.
Steve çantasındaki malzemeleri kontrol ediyor ve ben de bir kaç alet edavat almam gerektiğini düşünüyorum. Kapının yanındaki sırt çantasına bıçak, bir şişe su ve biraz erzak koyuyorum. Hazır olunca beraber köpeği Dolly ile vedalaşıyoruz.
Ben arabayı sürmek üzere Steve'den anahtarları isteyecekken onun çoktan yola çıkmış olduğunu görüyorum. Yürümekten gerçekten keyif alan birisi olduğu için ona bir kez daha şaşıyorum.
"Hey, Steve! Araba!" diyerek peşinden gidiyorum fakat aldırış etmiyor.Öyle ki arkasına bile bakmıyor. Onun inatçılığının farkındayım ve arabaya binmek istemiyorsa vazgeçiremem.
Orman 600 metre ilerde. Oraya varana kadar ayaklarımın donmamasını umuyorum. Hava düne göre çok daha soğuk. Ellerimi ovuştura ovuştura ilerliyor, tek kelime etmiyoruz. Bu soğukta konuşmak bile oldukça zor. Bir sonraki av gününün daha sıcak olmasını çok isterim.
Ormana yaklaştığımızda Steve'e mermileri alıp almadığını soruyorum. Emin olamayarak çantasına bakıyor ve onaylarcasına başını sallıyor. Avlarımızı kaçırmamak için sessiz sessiz ilerliyoruz. Yavaş ve seri adımlar. 30 dakikadır dikkatlice etrafımıza bakıyoruz. Şu anda muhtemel avımı kaçırmak en son istediğim şey.
Bu zamana kadar hiçbir şey bulamadık. Ne bir geyik, ne de iri bir kuş. Belki de hızlı nefes alış-verişimiz onları kaçırıyordur. Hayır, zannetmiyorum. Öyle olsa Steve anlardı. Sorun ne acaba? Belki daha küçük avlara yönelmek çözüm olabilir.
"Steve. Biraz dinlenmeli miyiz sence? Ha? Yorulmadın mı sen?" diyorum. Steve eliyle susmamı işaret ediyor. Gözünü hiç ayırmadan karşıya bakıyor. Ben de ona katılıyorum ancak hiçbir şey göremiyorum. Steve'e yüzümü çevirdiğimde gözlerinin faltaşı gibi açıldığını fark ediyorum.
"Dostum. İyi misin? Etrafta hiçbir şey yok." diyorum. Ne görmüş olabilir? Tekrar aynı 'sus' işaretini yapıyor. 1 dakika kadar böyle devam ediyor. Sessiz sedasız bir şekilde... Bekliyoruz fakat neyi beklediğimiz hakkında hiçbir fikrim yok. Ve dehşete kapılmış yüz ifadesi beni de korkutuyor.
Sonunda dayanamayarak "Neyi bekliyoruz biz?" diyorum. Steve dehşete kapılmış gözlerini bana doğru çeviriyor. Onu tanıdığımdan beri bu kadar korkmuş görmemiştim. Aynı anda karşıdaki çalılıkların hareket ettiğini gözlemliyorum. Sanki vahşi bir hayvan hızla bize doğru yaklaşıyor. O şey yaklaştıkça daha çok korkuyorum. Yaklaşıyor ama ne olduğu hala belli değil. Çalılıklar ve ağaç dalları onun ne olduğunu görmemi engelliyor.
Vahşi hayvan olduğunu zannettiğim şeye 10 metre kala kaçmaya yelteniyorum. Bu sefer beni Steve tutuyor. Ben ona ne yaptığını soramadan ağaçların arasından kapşonlu bir adam Steve'in üzerine atlıyor. Bileğinin altındaki hançere benzeyen şeyi Steve'in boğazına saplayacakken son anda çekiyor. Kapşonlu adam Steve'in üzerinden kalkıp kapşonunu çıkarıyor. Çıkardığında karşımda yakışıklı, 30 yaşlarında birisini buluyorum.
"Steve!" diyor adam. Steve'in korkulu gözleri yerini şaşkınlığa bırakarak ona bakıyor.
"Ne yapıyorsun Steve? Ne yapıyorsun? Herobrine peşimde. Buraya ne kadar gelmek istediğinin farkındayım ancak dikkatli olmalısın. Çok tehlikeli bir işin içindesin." diyor. Steve yerden kalkıp üzerindeki tozları sirkeliyor; "Pekala, bu sefer senin dediğin olsun." deyip eliyle bana 'gel' işareti yapıyor. Çok geçmeden oradan ayrılıyoruz. Steve ile amaçsızca koşuyoruz. Çünkü neyden kaçtığımdan emin değilim. Koşarken aynı anda az önce olanları düşünüyorum.
"Steve. Tüm bu olanlar da nedir? Herobrine ne? Az önceki adam kim?" diyorum nefes nefese bir halde. Steve hızını hiç kesmeden; "Sadece kaç!" diyor. Buna uymaktan başka çarem yok. Bu sırada belimdeki tüfek aklıma geliyor.
"Onu tüfekle vuramaz mıyız? Yani Herobrine denen şeyi." diyorum.
"Eğer bunu yapabilseydik az önce gördüğün adam onu çoktan öldürmüştü." diyor Steve. Kasabaya kadar koşarak geliyoruz. Steve hiç beklemeden kasabadaki belediye binasına yöneliyor. Kapıdaki sekreterler hiç soru sormadan geçmemize izin veriyorlar. Steve silahını oraya bırakıp direkt olarak belediye başkanının kapısına yöneliyor. Kapının önünde bekleyip bana bakarak;
"Pekala Peter. Az önce hiç kimseyi görmedin ve bize hiçbir şey söylemedi. Tamam mı?" diyor.
Şaşkın gözlerle 'Tamam' dercesine başımı sallıyorum. Ardından Steve kapıyı tıklayıp hiç beklemeden içeri giriyor. İçeri girdiğimizde şişman birini karşımızda görüyoruz. Kapının önündeki 'Joe' isminin başkana ait olduğunu anladığımda Steve, belediye başkanıyla tokalaşmayı bitiriyor. Başkan Joe, bizi koltuklara oturtup kendi yerine oturuyor.
"Nedir bu dostum? Bir soygun mu?" diyor başkan.
"Hayır Joe. Çok daha kötü bir şey. Ormandan kötü haberler getirdik."
"Tahmin ettiğim şey mi dostum?"
"Evet Joe. O geldi, Herobrine. Ve de çok kızgın. O birilerine zarar vermeden önce kasabayı tahliye ettirmelisin." diyor Steve.
Başkan göz ucuyla bana kısa bir bakış attıktan sonra "Bu adam bize sorun çıkarır mı?" diyor. Steve ve başkan bana dönüp bakarken ben konuşmuyorum. Steve benim yerime söz alıp "Hayır. Ona güvenebilirsin." diyor. Neden bana güvenebilir? Burnuma gerçekten kötü kokular geliyor. Neler döndüğünü anladığım an bu kasabadan gitmeliyim. Evet. 400 mil ötedeki ailemin evine. Şehir yaşamına alışık olmasam da bu kasabadan daha çok baş ağrıtmaz herhalde.
Onlar konuşurken ben tamamen ormandaki adama odaklıyım. Daha önce kasabada görmemiştim. Ayrıca bileğindeki bıçak bana biraz tanıdık geliyor. Kimdi o, kim?
Bu sırada kendime gelmemi sağlayan şey başkanın sesi oluyor. Dışarıda, koruması olduğunu düşündüğüm iri bir kişiyi odasına çağırıp kulağına bir şeyler fısıldıyor. İri adam odadan çıktıktan 5 dakika sonra ilginç bir düdük sesi duyuluyor. Hemen ardından insanlar koşuşturmaya başlıyor. Sesler yükseliyor, bebekler ağlıyor, kaos ortamı oluşuyor.
Buna da cevap vermeyeceğini düşünerek Steve'e hiçbir şey sormuyorum. Sadece dışarıyı izliyor. Olanları anlamaya çalışıyorum.
O anda, kalabalığın arasında, bir ağacın üstünde bir şey gözüme çarpıyor. Bir adama benziyor. Üstündeki penye yıpranmış. Gözlerinin rengi dikkatimi çekiyor. Gözleri... Gözlerini bana mı dikmiş? Öyle miydi? Kesinlikle! Steve'in kolundan tutup adamı gösteriyorum. Adamı farketmesi 10 saniye alıyor. Gördüğünde ormandaki korkmuş haline tekrar dönüyor. Hemen askıdaki şapkasına uzanıyor ve kısa bir tereddütle kapıyı açıyor.
Başkan Joe'nun neler olduğunu sormasına karşın 'Hiçbir şey...' diye geçiştiriyor. Ben de onunla beraber odadan çıkıyorum. Belediye binasının uzun koridorlarında ilerlerken meraktan çatlıyorum.
"O adam da kimdi Steve? Nereye gidiyoruz? Dostum, bugün bana kesinlikle bir cevap borçlusun. Hem de hemen!"
Yüzünü gizlediği şapkasının altından kısık bir sesle "Steve, her şey birbirine girdi dostum. Sana şimdi anlatmamam gerekir, biliyorum. Ama ille de cevap istiyorsan söyleyeyim. Ağaçta gördüğün o şey... Bir Herobrine'dı dostum."
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yorum, öneri, şikayet, sıkkınlık ve nefret söylemlerinizi iletmekten çekinmeyiniz. Sonraki bölümler gecikmeden gelecektir. Özellikle "sıkkınlık" konusunda beni bilgilendirin. Hikaye uzun olduğu için okuyucuyu sıkmak istemiyorum. Bilmem anlatabildim mi. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere...
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gece Kasabası sakinleri için sıradan bir gün. Dolunay, kasabanın etrafını saran dev yamaçların üzerinde ışıldıyor.
Yan komşumuzdaki köpek havlamasıyla beraber uyanıyorum. Saat sabahın 5 ' i. Güneş'in ışıkları ağır ağır evin içine doluyor. Gözlerimi nihayet açıyorum. Yatağın sıcaklığı beni kendine çekiyor, ben de onu. 'Acaba kalksam mı?' diye düşünüyor, iç güdülerime dayanarak köpeğin sesine gitmeyi tercih ediyorum. Tam pencerenin önüne gelmiş perdeleri çekerken Steve'in sesi geliyor. Ah, yapma. Sabah sabah köpeğiyle oynuyor olamaz öyle değil mi? Pekala, bu saatte kalkmışsa bir sebebi olmalı.
Pencereyi açıp Steve'a sesleniyorum.
"Dostum, bütün kasaba bizi şikayet etmeden önce biraz daha sessiz ol." diyorum. Steve bana dönerek "Uyku vakti çoktan geçti Peter. Tüfeğini alıp aşağıya in, ava gidiyoruz." diyor. Av mı? Bir saniye. Nisan ayındayız ve bugün günlerden... Çarşamba! Av günümüz. Ve ben bunu tamamı ile unutmuşum.
Çok geçmeden uykuyu üzerimden atıp çatıya koşuyorum. Tüfeği en son koyduğum yerden alıyorum.(En son koyduğumda geçen yılın haziran ayıydı) Bu sırada ceketimi giymediğimi hatırlıyor ve tekrar odama koşuyorum. İçeri girdiğimde aceleyle gardırobumu açıyor ve ceketimi alıyorum. Tam evden çıkacakken gözüme ceketimin cebindeki bir kağıt ilişiyor. Bir şekilde cebime girmiş olmalı ama nasıl? 'Önemsiz' deyip kağıdı yeniden cebime atıyorum.
Steve çantasındaki malzemeleri kontrol ediyor ve ben de bir kaç alet edavat almam gerektiğini düşünüyorum. Kapının yanındaki sırt çantasına bıçak, bir şişe su ve biraz erzak koyuyorum. Hazır olunca beraber köpeği Dolly ile vedalaşıyoruz.
Ben arabayı sürmek üzere Steve'den anahtarları isteyecekken onun çoktan yola çıkmış olduğunu görüyorum. Yürümekten gerçekten keyif alan birisi olduğu için ona bir kez daha şaşıyorum.
"Hey, Steve! Araba!" diyerek peşinden gidiyorum fakat aldırış etmiyor.Öyle ki arkasına bile bakmıyor. Onun inatçılığının farkındayım ve arabaya binmek istemiyorsa vazgeçiremem.
Orman 600 metre ilerde. Oraya varana kadar ayaklarımın donmamasını umuyorum. Hava düne göre çok daha soğuk. Ellerimi ovuştura ovuştura ilerliyor, tek kelime etmiyoruz. Bu soğukta konuşmak bile oldukça zor. Bir sonraki av gününün daha sıcak olmasını çok isterim.
Ormana yaklaştığımızda Steve'e mermileri alıp almadığını soruyorum. Emin olamayarak çantasına bakıyor ve onaylarcasına başını sallıyor. Avlarımızı kaçırmamak için sessiz sessiz ilerliyoruz. Yavaş ve seri adımlar. 30 dakikadır dikkatlice etrafımıza bakıyoruz. Şu anda muhtemel avımı kaçırmak en son istediğim şey.
Bu zamana kadar hiçbir şey bulamadık. Ne bir geyik, ne de iri bir kuş. Belki de hızlı nefes alış-verişimiz onları kaçırıyordur. Hayır, zannetmiyorum. Öyle olsa Steve anlardı. Sorun ne acaba? Belki daha küçük avlara yönelmek çözüm olabilir.
"Steve. Biraz dinlenmeli miyiz sence? Ha? Yorulmadın mı sen?" diyorum. Steve eliyle susmamı işaret ediyor. Gözünü hiç ayırmadan karşıya bakıyor. Ben de ona katılıyorum ancak hiçbir şey göremiyorum. Steve'e yüzümü çevirdiğimde gözlerinin faltaşı gibi açıldığını fark ediyorum.
"Dostum. İyi misin? Etrafta hiçbir şey yok." diyorum. Ne görmüş olabilir? Tekrar aynı 'sus' işaretini yapıyor. 1 dakika kadar böyle devam ediyor. Sessiz sedasız bir şekilde... Bekliyoruz fakat neyi beklediğimiz hakkında hiçbir fikrim yok. Ve dehşete kapılmış yüz ifadesi beni de korkutuyor.
Sonunda dayanamayarak "Neyi bekliyoruz biz?" diyorum. Steve dehşete kapılmış gözlerini bana doğru çeviriyor. Onu tanıdığımdan beri bu kadar korkmuş görmemiştim. Aynı anda karşıdaki çalılıkların hareket ettiğini gözlemliyorum. Sanki vahşi bir hayvan hızla bize doğru yaklaşıyor. O şey yaklaştıkça daha çok korkuyorum. Yaklaşıyor ama ne olduğu hala belli değil. Çalılıklar ve ağaç dalları onun ne olduğunu görmemi engelliyor.
Vahşi hayvan olduğunu zannettiğim şeye 10 metre kala kaçmaya yelteniyorum. Bu sefer beni Steve tutuyor. Ben ona ne yaptığını soramadan ağaçların arasından kapşonlu bir adam Steve'in üzerine atlıyor. Bileğinin altındaki hançere benzeyen şeyi Steve'in boğazına saplayacakken son anda çekiyor. Kapşonlu adam Steve'in üzerinden kalkıp kapşonunu çıkarıyor. Çıkardığında karşımda yakışıklı, 30 yaşlarında birisini buluyorum.
"Steve!" diyor adam. Steve'in korkulu gözleri yerini şaşkınlığa bırakarak ona bakıyor.
"Ne yapıyorsun Steve? Ne yapıyorsun? Herobrine peşimde. Buraya ne kadar gelmek istediğinin farkındayım ancak dikkatli olmalısın. Çok tehlikeli bir işin içindesin." diyor. Steve yerden kalkıp üzerindeki tozları sirkeliyor; "Pekala, bu sefer senin dediğin olsun." deyip eliyle bana 'gel' işareti yapıyor. Çok geçmeden oradan ayrılıyoruz. Steve ile amaçsızca koşuyoruz. Çünkü neyden kaçtığımdan emin değilim. Koşarken aynı anda az önce olanları düşünüyorum.
"Steve. Tüm bu olanlar da nedir? Herobrine ne? Az önceki adam kim?" diyorum nefes nefese bir halde. Steve hızını hiç kesmeden; "Sadece kaç!" diyor. Buna uymaktan başka çarem yok. Bu sırada belimdeki tüfek aklıma geliyor.
"Onu tüfekle vuramaz mıyız? Yani Herobrine denen şeyi." diyorum.
"Eğer bunu yapabilseydik az önce gördüğün adam onu çoktan öldürmüştü." diyor Steve. Kasabaya kadar koşarak geliyoruz. Steve hiç beklemeden kasabadaki belediye binasına yöneliyor. Kapıdaki sekreterler hiç soru sormadan geçmemize izin veriyorlar. Steve silahını oraya bırakıp direkt olarak belediye başkanının kapısına yöneliyor. Kapının önünde bekleyip bana bakarak;
"Pekala Peter. Az önce hiç kimseyi görmedin ve bize hiçbir şey söylemedi. Tamam mı?" diyor.
Şaşkın gözlerle 'Tamam' dercesine başımı sallıyorum. Ardından Steve kapıyı tıklayıp hiç beklemeden içeri giriyor. İçeri girdiğimizde şişman birini karşımızda görüyoruz. Kapının önündeki 'Joe' isminin başkana ait olduğunu anladığımda Steve, belediye başkanıyla tokalaşmayı bitiriyor. Başkan Joe, bizi koltuklara oturtup kendi yerine oturuyor.
"Nedir bu dostum? Bir soygun mu?" diyor başkan.
"Hayır Joe. Çok daha kötü bir şey. Ormandan kötü haberler getirdik."
"Tahmin ettiğim şey mi dostum?"
"Evet Joe. O geldi, Herobrine. Ve de çok kızgın. O birilerine zarar vermeden önce kasabayı tahliye ettirmelisin." diyor Steve.
Başkan göz ucuyla bana kısa bir bakış attıktan sonra "Bu adam bize sorun çıkarır mı?" diyor. Steve ve başkan bana dönüp bakarken ben konuşmuyorum. Steve benim yerime söz alıp "Hayır. Ona güvenebilirsin." diyor. Neden bana güvenebilir? Burnuma gerçekten kötü kokular geliyor. Neler döndüğünü anladığım an bu kasabadan gitmeliyim. Evet. 400 mil ötedeki ailemin evine. Şehir yaşamına alışık olmasam da bu kasabadan daha çok baş ağrıtmaz herhalde.
Onlar konuşurken ben tamamen ormandaki adama odaklıyım. Daha önce kasabada görmemiştim. Ayrıca bileğindeki bıçak bana biraz tanıdık geliyor. Kimdi o, kim?
Bu sırada kendime gelmemi sağlayan şey başkanın sesi oluyor. Dışarıda, koruması olduğunu düşündüğüm iri bir kişiyi odasına çağırıp kulağına bir şeyler fısıldıyor. İri adam odadan çıktıktan 5 dakika sonra ilginç bir düdük sesi duyuluyor. Hemen ardından insanlar koşuşturmaya başlıyor. Sesler yükseliyor, bebekler ağlıyor, kaos ortamı oluşuyor.
Buna da cevap vermeyeceğini düşünerek Steve'e hiçbir şey sormuyorum. Sadece dışarıyı izliyor. Olanları anlamaya çalışıyorum.
O anda, kalabalığın arasında, bir ağacın üstünde bir şey gözüme çarpıyor. Bir adama benziyor. Üstündeki penye yıpranmış. Gözlerinin rengi dikkatimi çekiyor. Gözleri... Gözlerini bana mı dikmiş? Öyle miydi? Kesinlikle! Steve'in kolundan tutup adamı gösteriyorum. Adamı farketmesi 10 saniye alıyor. Gördüğünde ormandaki korkmuş haline tekrar dönüyor. Hemen askıdaki şapkasına uzanıyor ve kısa bir tereddütle kapıyı açıyor.
Başkan Joe'nun neler olduğunu sormasına karşın 'Hiçbir şey...' diye geçiştiriyor. Ben de onunla beraber odadan çıkıyorum. Belediye binasının uzun koridorlarında ilerlerken meraktan çatlıyorum.
"O adam da kimdi Steve? Nereye gidiyoruz? Dostum, bugün bana kesinlikle bir cevap borçlusun. Hem de hemen!"
Yüzünü gizlediği şapkasının altından kısık bir sesle "Steve, her şey birbirine girdi dostum. Sana şimdi anlatmamam gerekir, biliyorum. Ama ille de cevap istiyorsan söyleyeyim. Ağaçta gördüğün o şey... Bir Herobrine'dı dostum."
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yorum, öneri, şikayet, sıkkınlık ve nefret söylemlerinizi iletmekten çekinmeyiniz. Sonraki bölümler gecikmeden gelecektir. Özellikle "sıkkınlık" konusunda beni bilgilendirin. Hikaye uzun olduğu için okuyucuyu sıkmak istemiyorum. Bilmem anlatabildim mi. Bir sonraki bölümde görüşmek üzere...
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Son düzenleme: