HeroBrine'ın Katliamları - Hikaye Değil Roman

furkan3000

Obsidyen Madencisi
Emektar Üye
Mesajlar
1,427
En iyi cevaplar
62
Beğeniler
668
Puanları
3,710
Ruh hali
Roman gibi yazdım üşenmedim sizde üşenmeyin okuyun :)
Son birkaç yüzyıldan beri herkes güvende ve barış içinde bir hayat sürüyordu. Gündüzleri rahatça dışarı çıkıyor, geceleri ise evlerinde zombilerden ve pek çok yaratıktan emin bir şekilde eğleniyor ve uyuyorlardı. Artık yaratıkları avlamadan ya da etraftan eşya toplamadan küçük köylerde yaşıyorlardı. Çünkü köylülerin çok rahat bir geçim kaynağı vardı: Ticaret; köylülerin kucağında eşyalar beliriyordu ve nereden, neden geldiği bilmedikleri bu eşyalarla ticaret yapan köylüler çok rahat bir yaşam sürüyorlardı.(Elleri bir arada tutmaları eşyaları düşürmemek için ve bir eli yağda bir eli balda yaşadıkları için bizden kilolu ve iriler)Steve'de bu rahat yaşama hazırlanan küçük bir çocuktu; bir gün sabah her günkü gibi rahat yatağından kalktı. Bir tuhaflık vardı yatağı yere yaklaşmıştı, sanki tavan da biraz alçalmıştı. Birden olayı kavradı: Büyümüştü. Sevinçle odadan fırladı, annesini gördü. Kendisini yıllarca kucağında taşıyan bu kadını kucakladığı gibi dışarı fırladı. Babasını arıyor bir yandan da annesiyle beraber sevinç çığlıkları atıyordu. Babası orman tarafına gitmişti. O tarafa doğru koştu.
Gördükleri karşısında dehşete düştü. Gölgede kalıp yanmayan bir grup zombi babasını parçalıyordu. İlk önce babasını kurtarmak istedi ama ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Annesi: "Kaç!" diye bağırdı. Zombiler onların peşine düşmüştü. Zombiler hem yanıyor hemde onları kovalıyordu. Annesi birden geri döndü ve Steve'in arkasına geçti. Bir iskeletin oğluna nişan aldığını görmüştü. Steve'in arkasına geçmesiyle kalbine bir ok yedi. Steve arkasına dönünce annesinin kanlar içindeki cesedini gördü. Olduğu yere yıkıldı. Zombiler yanmıştı. Çıt çıkmıyordu, babasının sesiyle içi umut doldu babasının yanına gitti ama onun içinde çok geçti. Köye döndü, cenazenin ardından normal yaşam yeniden başladı. Ama Steve ortalıkta yoktu. 15 gün ortalıkta görünmeyince arkadaşları evine gittiler. Steve kendisine verilen eşyaları fırlatmış ve bir zombi kadar zayıf yatıyordu. Onları görünce bu rahat yaşamdan tiksindi ve koşarak dışarı fırladı. Ormana geldi. Sinirle bir ağacı yumruklamaya başladı. Zaten kurumuş olan ağaç bu güçlü ve sinirli darbelere dayanamayıp yıkıldı. Steve bunları görünce babasının odun sattığı zamanları hatırladı (zaten her şey anne ve babasını hatırlatıyordu). Bir şey dikkatini çekti, satılan eşyaların hepsi doğada vardı. Karar verdi o iğrenç köylü yaşamında dönmeyecek doğadan eşya toplayarak yaşayacak ve zombi avlayacaktı. Kütüphanede bununla ilgili bir kitap olduğunu biliyordu. Tüm gençlere bu kitaptan uzak durulması gerektiği söylenirdi. Çünkü bu kitaptaki gibi eşya yapanlar eşya alamazdı ve etraftan eşya toplayarak zorlu
yaşam sürmek zorunda kalırdı. Hemen gitti. Kitabı aldı ve okumaya başladı. Eşya yapmak, zombi öldürmek ve çok daha fazlası kitapta resimlerle anlatılıyordu. Birden kitap elinden kaydı, düşürdüğünü sandı ama ihtiyarın biri kitabı almıştı. Bu beş yıl önce köye gelen ve o zamandan beri burada yaşayan Kölçor idi.
-Ne yaptığını sanıyorsun seni sabahtan beri izliyorum ve aklındakinin ne olduğunu biliyorum! Yanlış bir şey yapmak üzeresin.
Ve kolundan tuttuğu gibi onu evine kadar sürükledi. Evin içine fırlattı.
-Sakın evden çıkıp yanlış işler peşinde koşma. Aklını başına alana kadar gözetim altındasın. Sende diğerleri gibi yaşamını sürdürmeye bak. Çok tehlikeli bir yola girmek istiyorsun sakın ama sakın bunu yapma!
Bunları hiddetli bir biçimde söyledikten sonra kapıyı çarptı ve gitti. Steve'in korku ve sinirden eli ayağı titriyordu. Yattı cok yorulmuştu, hemen uyudu... Çığlık, kan ve ateş... Steve uyandığında geceydi ve bunları hissediyordu. Birden kapı açıldı. Kölçor gelmişti.
- Artık zamanı geldi biri bunu yapmak zorunda sanırım ve en iyi sen yapabilirsin al şunları...
Demir kılıç demir kask ve deri set koydu masanın üstünde kendisi de demir set giymiş ve elinde bir elmas kılıç tutuyordu. Steve bunları hemen giyindi.
- Gel sana savaşmayı öğreteyim. İlk olarak vur kılıcı acıma, zombilerin ellerinden uzak dur zayıf ama yapışkan elleri var. İskeletler ok atar ona dikkat et. Şu yeşil yaratıklar senin yanına gelip patlar direk kes kafasını. Endermanların ışınlandığını
biliyorsundur o yüzden ilk önce ayaklarına vur. Örümcekler zıplar zıplayınca alttan kılıcı sapla karnına. Steve tüm bunları ezberlemiş ve savaşa hazırdı ama suratında boş bir ifade vardı. Kölçor:
-Canavarlar saldırıyor herkesi katlediyor köyü korumamız lazım!
Steve o zaman cama çarpan okları ve kapının önünde onları koruyan 2 kişiyi farkedebildi. Steve fırladı. Anne ve babası gelmişti aklına önüne gelen zombiyi adeta parçalıyordu. Sabaha doğru zombiler azalmış
yerler çürük et, ip ve kemik dolmuş ölen köylülerin kanları yerde bir göl oluşturmuştu. Cesetler gömüldü, üzüntü, ağlayış ama herkes çok sessiz bir şekilde günlük ticaretlarine devam ediyordu. Steve ve diğer savaşçılar toplantı yapıyorlardı. Kölçor :
- Bak Steve 84 yıl önce büyük bir savaş oldu. Bu savaşta bizim tarafımızda bir zaman yolcusu vardı. Zaman kurallarını çiğnememek için bize yardım edemese ve herşeyi söylemesede bazı ipuçları bıraktı. " Ailesi katledilenler kötülüğü geri
getirecek". Bu onun son sözüydü...
-Ne yani ben kötülüğü geri mi getireceğim...
-Aynı zamana düşmanımızda ölürken bunu söylemiş. Düşmanımıza göre kötü olan bize göre iyi olacak demektir. Zaten bak herkesin isminin Ali, Veli, Mehmet olan bir köyde senin adın Steve? Eminim babanı bu ismi vermeye ikna eden o zaman yolcusudur. Zaten ilk geldiğim günden beri senden şüpheleniyordum.
-Peki neden babamı ve annemi
kurtarmadı?
-Bilmiyorum ama dediğim gibi çok fazla bir şey yapmaz ya da yapamazdı...
Laf daha uzadıda uzadı ve sonunda beklemeye karar verdiler. Steve eşya yapmayı ögrenmeye ve akşamları yaratık avlamaya başladı. Köylüler bu savaşçılar yüzünden kendilerine bir kötülük gelmesinden korktular. Huysuz bir ihtiyar boykot etmeyi önerdi ama kimse hayat kaynağı ticaretlerinden vazgeçmeyeceği için en sonunda ticaret yapmaya ama konuşmamaya karar verdiler
(bu yüzden bize sadece ha hı gibi sesler çıkarır hiç konuşmazlar).
Yıllar geldi geçti savaşçılar köylülerden biraz uzağa kendi köylerini kurdular. Köylülerin bir kısmı onlara katıldı Steve evlendi ve kader çarkları döndü oğlu Brine doğdu. Brine 17 yaşına geldiğinde...
Gece çıkmış bir yandan canavar kesiyor bir yandan bilgi toplamaya çalışıyorlardı. Brine farkında olmadan diğerlerinden uzaklaştı. Bir enderman gördü, babasından öğrendiği gibi kılıcın sapı ile endermanın ayağına
vurmaya başladı böylece enderman hem çabuk ölmüyor hemde kaçamıyorlar. Böylece onları konusturtup bilgi alıyorlardı. Brine daha saldırmadan enderman kendisini çok gizli ve önemli bir yere götüreceğini söyledi. Tabi böyle tehlikeli bir seyi kabul etmeyeceğini anlayınca birden onun omzunu tuttu ve ışınlanarak onu büyük bir makinanın yanına götürdü. İçinde ateş saçıp canavarlar çıkaran tuhaf demir bloklar vardı (spawner). Enderman:
- Bak bu bloklar bize çok eskilerden kaldı içlerinde canarvar özü adını verdiğimiz şeyler var. Bu özler ile canavar üretiyoruz burada. Eğer bu özleri alırsan o canavarın güçlerine sahip olursun...
Brine bunlara hayran hayran bakarken bir endermanın kendisine bu kadar 'iyilik' yapması saçma geldi. Tuzağa düştüğünü anladı ama nerede olduğunu bilmiyordu endermanı öldürse bile buradan çıkamaz, ölürdü. Bir anda dondu kaldı, göz bebekleri büyüdü kalbi ve kafası hızla çalışmaya başladı. Bir mucitin deneyini hatırladı: Eğer
ender incisi yerin altında bulunan kızıltozlar ile aktifleştirilirse herhangi bir yer hedef alınmaığı için ender incisi endermanın ışınlanmadan önce bulunduğu yere gidiyordu. Hemen döndü hızla ama dikkatli bir şekilde kılıcı endermana sapladı ve ışınlanmasın diye ayağına tekme attı. İnciyi çıkarmak için uğraşıyordu ve inciyi çıkarttı. Şimdi tozu bulmak kalmıştı. Ama kafasını kaldırınca etrafının sarılmış olduğunu gördü. Öleceğini sanmıştı ama amaçları farklıydı. Onu makinalardan
birinin içine attılar. Ne olacağını bilmediği için ne yapacağını da şaşırmıştı. Ama makinadaki redstoneları görünce kaçış planını hatırladı ve biraz redstone alarak planını uygulamaya çalıştı. Şimdi de elektrik verecek bir şey bulmalıydı. Birazdan bu şeyler çalışınca elektrik gelecekti. Ender incisini sisteme bağladı ve elinde sımsıkı tutmaya başladı. Bu arada endermanlarda kendi planlarını uyguluyorlardı.
Makinanın başında sistemi kurculayan enderman(sistemi yapan bilimendermanı :p ):
-Şu demir yaratıktan(iron golem) çıkanı getirin, cadının özel şişesi, iskeletin omurilik kemiği, bir beyaz ender incisi ve creeperın yaprağı(tahminimce barut ağacı yaprağı); tamam her şey hazır. Sentezi başlatın!
İleride duran 2 enderman şartelleri arka arkaya indirdi ve sentez başladı. Brine acı içinde kıvranıyordu ama inciyi elinden bırakmadı ve inci parlamaya başlamıstı birazdan kurtulacaktı ve onu getiren endermanı öldürdüğü için onun tam olarak nereye gittiğini bulamayacaklardı.
Makinaya koyulan cisimler Brine'nın derisine yapışmıştı. Derken yukarıdan simsiyah bir şey inmeye başladı. Brine o şeyin kötülüğünü içinde hissediyordu. Brine korkmuş ve ter içindeydi ve parlak bir ışık ve... Gözünü açtığında endermanı yakaladığı yerdeydi. Ender incisi aktifleşmiş ve onu geri getirmişti. Babasıda zaten onu ararken oraya gelmişti. Ama korkudan etrafına bakmadan köye koşmaya başlamıştı. Birkaç saniye sonra köydeydi. Evine daldı direk yukarı çıktı. Yatağına yattı. Yatmasıyda uyuması bir oldu ve rüyasında o gece başından geçenleri gördü. Korkuyla uyandı kabusmuş dedi fakat rüyasında eve gelirken koştuğunu yada merdivenlerden yukarı çıktığını görmeyişi dikkatini çekti. Hatırlamaya çalıştı ama hatırlayamadı korkudan unutmuşumdur derken başka bir şeyi hatırladı o kadar koştuğu halde eve geldiğinde hiçte yorgun ve nefes nefese değildi. Sonunda farketti koşmamıştı, ışınlanmıştı... Pencerede bir enderman gördü öfkeyle yerinden kalktı onu
öldürecekti ama kalktığında niyeti değişti. Öfke tüm vücudunu kapladı ve insanları öldürmeye karar verdi. İçinden kendi kedine "sakin ol" dedi. "Ne oluyor bana!" diye bağırdı. Enderman:
-Hey! Brine, camı aç beni içeri al sana ne olduğunu anlatayım. Brine eline kılıcını aldı ve camı açtı, enderman içeri girdi.
- Seni kaçırdığımızda sana bazı yaratıkların özelliklerini verdik ve bu yaratıklar arasında bizde varız. Biz endermanlar sinirlenince insanlara saldırırız ve şu an bizlerin özelliklerini taşıdığın için öfken seni bizim gibi düşündürüyor.
-Peki neden bana bunları
anlatıyorsun?
-Eviniz tamamen kapalı ve ışınlanmaya karşı korumalı. İçeri girmek için bahanemdi bu.
-...
-Şu ışığı alayım ben(meşaleyi aldı). Patronum ışığı pek sevmiyor.(igrenç igrenç güldü)
Camdan içeri bir gölge girdi ve Brine'a yöneldi... Bundan sonra bir dakika sonra tüm köy patlamalarla yıkılmıştı. Heryerde kan ve yeşil zehirler akıyor yıkık binaların arasında parçalanmış cesedler görünüyordu. Fakat ölenler sadece kadınlar ve çocuklardı, erkeklere eve gelmemişlerdi.
Oğlunun ışınlandığını gören Steve diğerlerine bunu anlatmıştı. Kölçor böyle bir şey olacağını tahmin etmiş ve hepsini sığınakta toplamak icin bahaneler uydurmuştu. Ama onlara hiçbirşey anlatmamıştı. Patlamaları duyunca hepsi dışarı çıkmış ve bu kötü manzarayı görmüşlerdi. Hiç kimse bir şey sormadan Kölçor açıklamaya başladı.
-Herobrine geri döndü ve eskisinden daha güçlü. (Steve dönerek) Oğlunun bedenini ele geçirdiler ve ona yetenekler vererek Herobrine'ın daha güçlü olmasını sağladılar böyle bir şey olacağını tahmin ettigim için sizi sığınağa götürdüm.
-Neden! Biz...
-Çünkü!... Size söylemedim çünkü herkes ailesini kurtarmak isteyecek ve saklanmamız mümkün olmayacaktı!
Ortalarındaki bir patlamayla konuşmayı kestiler. Ortadakiler ölmüş kopan kafaları ve kolları kan içinde diğerlerinin üstüne ve etrafa dağıldı. Kölçor :
-Hey! Herobrine o.....su gel beni yakala y....k kafalı!
Sığınağa koşmaya başladı. Herobrine onun önüne ışınlandı. Kölçor bunu bekleyordu. Ayağına sert bir tekme attı ve kolundan tutarak sığınağın içine attı, kapı kapandı ve tüm sığınak büyük bir gürültüyle havaya uçtu... Oraya gittilerinde ne cesetlerden ne de sığınaktan geriye bir şey kalmamıştı, sadece yerde büyük bir delik vardı. Steve ormana doğru baktığında yerdeki yaratık özlerini gördü. Beyaz ender incisi ve creeperın yaprağı yerde
duruyordu. Ne olduğunu bilmediği bu şeyler birden kendisine yöneldi. Kaçmaya çalıştığında iki enderman tarafından yakalandı. Daha sonra o aleşyalar yarafından yakalandı, ardından Herobrine'a.... Bu hayatının ve milyonlarca kişinin hayatının en büyük felaketiydi. Herobrine tekrar insanlara saldırmaya başladı fakat bu sefer insanlar yalnız değildi. Yüzüne maske takmış bir kişi Herobrine'ı ensesinden bir okla vurdu. Herobrine onun bastığı toprağı havaya uçurdu fakat bu kişi ölmedi metrelerce
yükseğe fırladıktan sonra Herobrine'ın üzerine dalışa geçti. Heroberine ışınlanarak kaçti. Diğeri ise yere düştü yerde bir an hareketsiz yattı sonra birden kalkıp Herobrine'ın üstüne oklar yağdırmaya başladı. Bunun üzerine Herobrine...
-Devamı Geldi Aşağıda :) -
Sekonya:(ağlayarak)ben artık izlemeyeceğim.
Kalmer: Aynı duruma düşmek istemiyorsak öğrenmek zorundayız.
--------------------------------
Bunun üzerine Herobrine bu kim olduğunu bilmediği düşmanı yenemeyeceğini anladı. Zaten ensesinden de yaralanmıştı. Işınlanarak oradan uzaklaşırken arkasında bir kan denizi, birkaç yaralı ve bolca üzüntü bırakmıştı. Bu tuhaf kişi yaralıları özel iksirlerde tadavi etti. Adının
Toprak olduğunu söyledi(Gerçek ismi bu değildi ama bi isim uydurmaya çalışırken ilk gördüğü şeyin adını söylemişti). Yüzünde tuhaf ve aceleyle yapılmış hissi veren bir maske vardı. Gözleri ise tıpkı herobrine gibi bembeyazdı...
-------- 1 hafta sonra --------
Herobrine arkasında onlarca yaratıktan oluşan bir orduyla tekrar köye geldi. İnsanların ellerine kılıçlarını, baltalarını, yaylarını alıp geldiğini gören Toprak onları durdurdu.
Toprak:
-Siz saklanın. Ölmekten başka bir şey yapamazsınız
Bu kadar kesin bir söz üstüne herkes geri çekildi. Herobrine:
-Çık karşıma adaşım.
-Ödeşme zamanı pislik.
-Bu zavallı insancıklar senin kim olduğunu biliyor mu?
-Sen değilim ya o yeter.
-Ama varlığımı sana borçluyum. Çok teşekkür ederim. Sana tek bir şans vereceğim: Gel bize katıl!
- Ne o! çok mu korkuyorsun benden?
-G....ekalı. O kadar cesursan sen saldır ilk.
Daha fazla dayanamayan Toprak kılıcını kaldırdı ve naralar atarak Herobrine koşmaya başladı. Herobrine ise sakince bekliyordu ve...
BOM! Büyük bir patlamayla
Toprak havaya uçtu. Ama çok fazla etkilenmemişti asıl sorun patlamayla üstü açılan lav gölüydü. Birden elinde beliren bir ateş direnci iksiriyle bundan da rahatça kurtuldu.
Herobrine:
-Ölümsüz sanki pe....nk.
Çok saçma bir kavgaya tutuşmuşlardı. Herobrine'ın vuruş ve patlamaları Toprak'ı etkilemiyordu. Toprak'ın vuruşlarından, attığı ok iksirlerden Herobrine ışınlanarak kaçıyordu. Bütün gece hiç durmadan dövüştüler. Güneşin doğup
Herobrine'ın kaçmasıyla kavga bitti. Toprak ölene kadar Herobrine bir daha ortaya çıkmadı ama bu sadece fırtına öncesi sessizlikti.
---------- 50 yıl sonra ----------
Toprak kalan insanlarla bulabildiği tüm köyleri dolaşıp insanları uyarmaya çalıştı ama çok geç kalmıştı onlarca köyden geriye sadece enkazlardan çıkartıp iyileştirdiği yaralılar kalmıştı. Onlarla bir krallık kurdu ve 50 yıl insanları korudu. Bir ormanda karşılaştığı savaşçı bir kadınla evlendi, 3 çocuğu oldu ve artık vadesi dolmuştu vasiyetini yazdı bir öğle vakti gözlerini
yumdu. Ama üzülmeye vakit yoktu oğulları ilk iş olarak vasiyetini okudu
Oğullarım nereden başlayacağımı bilemiyorum ama hepsi benim suçum. Steve oğlu Brine yani endermanlar tarafindan tuzağa düşen s*l*k ve tüm bunların sorumlusu benim... Başına gelenleri anlatıyordu kalanında yani şu bildiğimiz hikayeyi(önceki bölümü yani). Ve henüz bilmediğimiz kısmı... Kölçor'un tuzaği işe yaramıştı Beni TNTlerle dolu bir binaya kapatmıştı ama Herobrine'ı
yenmek için yeterli değildi. Herobrine Gerçekten korkmuştu duvarda bir delik açtı(patlatarak) ve dışari ışınlanmaya çalıştı ama korkudan kontrolu kaybetmişti aceleyle onu ve beyaz ender incisiyle, creeper yaprağını vücdumdan attım(bu yüzden Herobrine ışınlama patlatma gücüne sahip) ve delikten dışarı kaçtım. Tanınıp hem bedenimi yeniden ele geçirmesinler hemde insanlar yüzüme tükürmesinler diye yapraktan aceleyle bir maske yapıp çamurla yüzüme yapıştırdım. Fakat Herobrine
başka birinin vücudunu ele geçirip... Kalanı yine bilğimiz hikaye ve güclerini nasıl kullanacakları...

Kalenin taşlarına saklanan gümüşçünler bu haberi hiç vakit kaybetmeden Herobrine'a iletirler. En güçlü rakibinin ölümünü duyan Herobrine yıllardır topladığı ordu ile gece kaleye saldırır. Kaledekiler de tüm hazırlıklarını tamamlamıştır. Okçular yaratık ordusunu yok ederken 3 Kardeş babalarından aldıkları güçlerle Herobrine saldıracak ve onu tuzağa düşürecektir ama yaratık ordusunun düşünlerinden binlerce kat büyük olması planı baştan bitirir...
Gözcüler:
-Herobrine geliyor! Fakat ordusu çok kalabalık!
Dışarı bakan herkes korkudan titrer sadece ön safta yürüyen zombiler bile gecenin karanlık ve sisinde tüm ufku doldurmuştur.
Büyük Oğul:
-(kimse duymasın diye kısın bir sesle) Hepimiz öleceğiz.
Küçük Oğul:
- Savaşmaktan ve ölnekten korkmuyorum ama diğerlerinin ölümüne sebep olmamak için kaçmayı öneriyorum.
Büyük Oğul:
-Sadece zombiler olsa mantıklı olurdu ama...
Ortanca Oğul:
-Tamam ya sorun değil ben ölürüm siz sadece dediğimi yapın.
-Ne?
-Kesin kafayı yedi.
-Cadının en büyük gücünden bahsetmişti babam içimdeki cadıyı ne kadar serbest bırakırsam o kadar çok güclenirim ve dolunayda en karanlık vakitte bir örümcek ordusu oluşturabil...
-Peki cadıyı ya geri kontrol altına alamazsan?
-Büyük ihtimal alamayıp bir cadı
olacağım ve örümcekleri size saldırtacağım ama siz beni tam zamanında... tam zamanı...
-...
-Tam zamanında öldür...
-Hayatta olmaz!
-Evet "Hayatta" olmaz ama şu orduya bak hepimiz artık ölü sayılırız.
-Yinede kabul etmiyorum.
-Tamam ben orduyu yenince siz herobrine'ı tuzağa düşürün.
-Kabul etmiyoru...
Bir bulantı iksiri attı ortalarına ve ikisini de bayılttı sonra korkmuş olan ordunun yanına gidip
rastgele birine
-Peşimden gel zamanı gelince beni öldür.
-...
-Kapıyı açın! Gel.
-Ne? Nasıl?
Korkunun üstüne şaşkınlıkta eklenince ne yapacağını şaşırmıştı ama başka birini de bulamazdı çünkü diğerlerinin durumu da farklı değildi ve vakit yoktu zorla kolundan çekerek dışarı çıktı ve beklemeye başladı... Zombiler ağır ağır geliyor ve orduyu yavaşlatıyorlardı. Bu iyi bir şeydi ovayı aşıp gelmeleri gece yarısını bulacaktı ve tam istediği gibide
oldu. Babasından öğrendiği en tehlikeli sözleri kullandı en güçlü iksirleri çağırdı. İçindeki cadı gittikçe güçleniyordu...
-Sss...Sspawn...CaveSpi... Spawn cavespiders!
Konsantre olmak için gözlerini kapamıştı ama hissediyordu şu an yaratıkların dilinde konuşuyordu ve her yer örümcek dolmuştu.
- Attack! Kill all monsters.
Örümcekler zombi ordusuna saldırdı. Çekirge sürülerinin tarlayı harap etmesi gibi zıplaya zıplaya ilerleyen bu tuhaf küçük yeşil
örümcek tüm zombi ve iskeletleri katlediyordu. Ordunun yarısı yok olmuştu ama daha fazla dayanamazdı tamamen bir cadı olmak üzereydi yanında getirdiği askere artık kendini öldürmesini söylemeliydi.
-Kill me.
-Ne.
-Kill me.
-Canavarlar gibi konuşuyorsun. Anlamıyorum.
-Kill... My spiders kill(askeri gösterdi)
Artık tamamen bir cadıydı. Asker bu son 'kill' kelimesinden sonra
örümceklerin kendine geldiğini görünce ecel terleri döktü... Ölecekti... Ölmek...Ölüm...Kill...Bir dakika kill ya öldür demekse? tabi ya kendisini zamanı gelince öldürsün diye getirmişti. Ani bir hareketle kılıcını sapladı. Kan akmıyordu önce siyah bir duman çıktı, duman yükselmiyor akıyordu. Düştüğü toprağı kahverengi tuhaf bataklık gibi içine çeken bir kuma dönüştürdü(tarihteki ilk ruh kumu :( ) sonra da kırmızı tohumlar düştü bu toprağa ve en son kan...
Yavaşça dizlerinin üzerine düştü. Elini askerin omzuna koydu:
-Sağ ol kardeşim bu iyiliği kendi kardeşlerim bile yapmadı. (Asker şaşkın ve üzgündü) Dikkatini topla savaş bitmedi...
Hala creeperlar endermanlar ve az önceki örümceklerden oluşan dev bir ordu duruyordu. Asker içinden acaba, dedi. Aynı sözleri kullanarak örümcekleri kullanabilirmiyim?
-(gözlerini kapatarak) Kill all...(ne demişti)kill all mosur... Kill all mastır... Kill all monster...kill all(gözünü açtı örümcekler çok yaklaşmışlardı ve hiçte onu dinliyor gibi değillerdi) hasstır.
O kaleye koşarken küçük bi ok yağmuru örümcekleri ve
creeperları teker teker yere seriyordu. Hava iyice karardı. Gecenin karanlığından da karanlıktı... Yağmur bulutları toplanmıştı. Yağmur yağıyordu! Vücutlarına değen suyla sanki onlarca ok tarafından vurulmuş gibi canı acıyan endermanlar etrafa kaçışıyorlardı, şans insanlardan yanaydı ova da sadece Herobrine kalmıştı. Kardeşlerden biri herobrine'ı ok yağmuruna tutmaya çalışmasıyla yerin patlayarak onu uzağa fırlatması bir oldu. Düstüğü yere ışınlanıp bir ayağını onun göğsüne koyan Herobrine:
- Sanırım güçleri bölüşmüşsünüz bide sert çocuk olacaktı o nerde.
Aniden arkadan 2 ayağına da ok saplandı. Asıl okçu arkasındaydı ve yerdeki dayanıklılık gücünü seçendi.
- Aslında sert çocuk benim...
Herobrine'ı tuttuğu gibi yere çarptı ve birden yer patladı, ikiside havaya uçtu ve patlamayla üstü açılan lav gölüne düştüler. Daha önce Herobrine'ın babalarına karşı kullandığı tuzağı kurmuşlardı.
- Ee Herobrine kendi ilacının tadına bak.
- Sen öleceksin asıl. Hahaha.
Büyük oğul önceden kardeşinden aldığı ateş direnci iksiriyle kurtuldu ama herobrine ayağından vurulduğu için kaçamadı ve lava düşüp öldü...
Dev bir ordu püskürtülmüş yüzlerce kayıbın ardından son bir kayıpla Herobrine öldürülmüştü. Sabahın ilk saatlerinde ortanca kardeş defnedilmiş özel gücü oğluna verilmişti ama bu yas çok uzun sürmedi önce sevinçten hüngür hüngür ağladılar sonra akşama kadar şarkı söyleyip dansettiler. Güneşin batışını yıllardan sonra korkuyla değil huzur içinde izlediler...
Gözcüler:
-H..HeroBrine kuçük bir orduyla bize yaklaş...(iskelet tarafından
vuruldu)
- Ne? Nasıl.
- Asla bitmeyecek..
-Toplanın savaşa devam!
Bu ve bunun gibi bi ton ses yükseliyordu kaleden. En maceraperestleri bile bıktıran savaş yılları daha geçmemişti... Herkes kaleden fırladı artık bıkmışlardı ya onları yenecek ya da öleceklerdi. Delirmenin eşiğine gelmişlerdi Herobrine'a bile korkmadan saldırıyorlardı. Herobrine sürekli birinin arkasına ışınlanıyor ve çok sert bir yumrukla kemiklerini kırarak
öldürdükten sonra başka birine geçiyordu. Sonunda farketmeden iki kişinin arasına ışınlandı önündekini tek yumrukla öldürdü ama arkasındaki fırsatı kaçırmayarak kılıcını saplamıştı. Kılıcı çevirdi, Herobrine toz gibi havaya karışarak yok oldu. Yaratık ordusu önceki akşam hepsi öldüğü için pek büyük değildi. Herobrine da ölünce kısa sürede savaş bitti. Ama sabah ayakta kimse kalmamıştı. Elbette herkes ölmemişti. Uyumadan 2 gecedir savaşıyorlardı bu yüzden herkes uykudaydı. Uzaklardan
geldiği belli olan genç bir adam onları uyandırıp kaleye topladı. Tamamen taştan olan masanın etrafına oturup konuşmaya başladırlar. Yeni gelen genç:
-Merhaba bana Zaman diyebilirsiniz.
Büyük kardeş:
-Sen kimsin?
-(Enderman gibi titreyerek) Lütfen soru sormayın.
-Kimsin?
Daha çok titredi, gözleri parladı bağırarak ayağa kalktı.
-Soru yok! if you don't want to die, you don't ask any question.
Herkes korkmuş kılıçlarını almıştı. Yer sansıntısı geçti.Canavar dilini su gibi konuşan bu adamdan ölesiye korkmakla beraber artık saygı da duyuyorlardı. Zaman onların korkudan donmuş yüzlerine hafifçe gülümsedi:
-Ha işte öyle kalırsınız sınırlarımı zorlamayın. Çok dikkatli dinleyin beni. Dinliyormusunuz?
Büyük Kardeş:
-E...evet.
- Yıllardır Herobrine ile savaştınız dün akşamda onu öldürdünüz dev
bir orduyu yerle bir ettiniz ama Herobrine ölmedi akşam küçük bir ordu ile yeniden gelecek...
-Sanırım bir gün geç geldin. O büyük savaş iki gece önceydi. Dün akşamda tekrar geldi.
-Ha!(sonra kendi kendine)Geri mi gitsem acaba. Bir deniyim, yok olmaz neyse.(Tekrar söze başladı) Neyse önümüze bakalım. Malesef gerçek düşmanınızı tanımadığınız için Herobrine ile oyalanıyorsunuz. En iyisi size herşeyi en başan anlatmak.
Daha ilk güneş doğmadan önce burada ejderhalar yaşıyordu ve
gökyüzünde ay vardı. Ejderhalar çok bilge yaratıklar. Tek bir dokunuşlarıyla blok yok edebilir yenilerini üretebilir hatta blokları ateşleriyle işleyerek şu ana kadar görmediğiniz bloklar üretebilirler. Sonra biz geldik, ilk güneş doğdu zaman başladı. Ejderhalar yeni bir diyara göç ettiler oralar benim bile çok bilmediğim bir hikaye. Ama biri burada kalıp bize musallat olmayı seçti. Ve büyük bir savaş sonunda insanların krallığı yıkıldı. İndanlar dünyaya dağılıp köylerde yaşamaya başladı. Ejderha ise sonsuzluğun ötesine
hapsedildi ama geride Herobrine ve Endermanleri bıraktı.(iç çekti) Şu an iletişim kurmanın bir yolunu buldular ve Ejderha onlara çok özel bir hediye yolladı. Tuhaf bir blok, kırmızı, üstünde herobrine'ın gözleri gibi iki beyazlık var. Bu blok kırılmadığı müddet Herobrine'ı öldüremezsiniz...
Uzun bir sessizlik oldu. Yapmaları gereken bu bloğu kırmak ve Herobrine'ı son kez öldürmekti. Fakat herkes kendilerini bile koruyamıyorken onlara nasıl saldıracaklarını, en önemlisi onları nerde bulacaklarını merak ediyrodu. Birde ejderha vardı. Sonsuzluğun ötesinde çok özel güçlere sahip bir ejderha? Ne yapacaklarını hiç ama hiç bilmedikleri halde demin ki sarsıntıdan sonra soru sormaya cesaret edemiyorlardı. Zaman tekrar konuşmaya başladı.
-Malesef size daha fazla şey söyleyemem. Onları kendiniz bulup yenmek zorundasınız. Ve unutmayın asıl düşmanınız Herobrine değil, Enderdragon adındaki o ejderha.
Yerinden kalktı çıkışa yöneldi kapıdan dışarı çıktıktan sonra bi parlaklık belirdi. Cesaret edipte dışarı bakanlar dün geceden kalan cesetlerden başka bir şey göremedi...
*******************************
Gece tüm hazırlıklar yapılmış kaleden çıkılmıştı. Herobrine'ın
geldiği yöne giderek onu bulmaya çalışacaklardı.
*********************************
Bir haftadır yollardalardı. Gündüzleri biraz dinlenip ilerliyor geceleri ise savaşıyorlardı. Şimdilik sadece eski zombi kamplarını bulabilmişlerdi(zombi, iskelet gibi yaratıklar bu kadar uzun yolu bir gecede gidemeyecekleri için savaşlardan önce kamplarda bekliyorlardı). Her gece küçük bir orduyla savaşarak neredeyse yüzbin blok gitmişlerdi ve nihayet uzaklarda etrafı endermanlarla sarılı tuhaf
bir kale görmüşlerdi. Daire şeklindeki surun içinde hiç yapı yoktu. Sadece dev bir delik göze çarpıyordu. Endermanlar onları görmemişti ama bir haftadır yolda olduklarını ve artık yaklaştıklarını biliyorlardı. Bu yüzden her yerde endermanlar ışınlanarak gözcülük yapıyorlardı. Yorgunluk ve şaşkınlıktan kaç gündür bir plan yapmak gelmemisti akıllarına. İlk iş olarak bir çukur kazarak içinde ateş yaktılar kamp kurdular. En güzel plan ölen ortanca kardeşin oğlu Atilla'dan gelmişti.
- Babamın öldüğü savaşta bu
kadar endermanı nasıl yenmiştik?
Yağmur! İlk yağmurda saldırabiliriz, tünelleri ise yukarıdan su dökerek temizleyebiliriz.
Atilla babasından miras kalan güçleri kullanmayı ögrenmişti. Yağmuru beklerken bir yandanda silah arkadaşları için güç ve hız iksirleri yapıyordu. Fakat tüm tünelleri dolduracak suyu nasıl hızlıca taşıyacaklardı? Biri tünelle en yakın su kaynağından bir yer altı bağlantısıyla su getirmeyi önerdi ama bunu farketmemeleri imkansızdı.
***********************************
İki hafta çukurda bekledikten sonra yiyecekleri bittiği ve plan kuramadıkları için geri çekildiler. Biraz daha uzaktaki içi hayvan kaynayan bir ormanda yine bir çukurda kamp kurmuşlardı. Herkes bıkmıştı. Bir an önce saldırılması gerekiyordu.
Atilla gece gündüz plan yapıyordu. Yeni bulduğu bir görünmezlik iksiri sayesinde rahatça etrafta dolaşıp bilgi topluyordu. Yine yüksek bir ağacın üstünden kaleyi gözetlediği bir gündü. Sıkıntı ile
umut arasında düşünüyordu...
Gözleri ağrımıştı. Neden gözleri ağrıyordu? Dalmıştı. Kış biyomunda yer alan yüksek bir dağın zirvesine bakakalmıştı. Kar ve buzullar güneşin tüm parlaklığını gözüne yansıttığı için gözü ağrımıştı... KAR ve BUZ! Heyecanla öyle bir bağırmıştı ki endermanlar bile yankılarla gelen sesi duyup aramaya çıkmışlardı ama görünmez olduğu için onu bulamayıp geri dönmüşlerdi. Umutla kampa girdi ve planını anlattı. Gözleri umutla doldu... Hemen hazırlıklara başladılar...
Yorumları alalım bakalım sizce plan ne?

Hemen hazırlıklara başladılar. Önce ordu ikiye ayrıldı ilk grubun başında Atilla vardı. 50 kişilik bir grup kış biyomundan karları kazanlarda eritip suya çevirecek sonra tekrar dondurup büyük buz kalıpları haline getirecek ve kızaklarla dağa çıkaracakalardı. Atilla ile bir grup okçu da kış biyomunda yer alan dağın tepesinde okçularla dağı ve aşağıdakileri savunacaktı. İkinci grubun başında ise iki kardeş vardı onlarda diğer malzeleri toplayıp dağdaki ekibe katılacaklardı.
*********************************
3 hafta sonra
Atilla'nın ekibi dağa buzlardan küçük bir kale kurmuşlardı. Karlar üstünde hemen farkedilen yaratıklar çok fazla sorun çıkartmıyordu. Diğer ekip ise gereken herşeyi toplamış dağa çıkıyordu. Tek sorunları 20 blok boyundaki dev bir kütüğü dağa çıkarmaktı ama onca şeyden sonra bu neydi ki? Yaratıkların işi zorlaştırmaması için sabah güneş doğarken dağa çıkmaya başladılar ve nihayet güneş batarken tüm eşyaları yukarı taşımışlardı. her şey yolundaydı hesap etmedikleri tek şey ikide bir endermanların ışınarak kaleden eşya çalmasıydı. Neyseki aralarında çılgın bir mucit vardı. Küçük bir fıskiye ile kalenin içine ve yakınlarına yapay bir yağmur yağdırıyordu. Tabi bu kalenin içinde üstlerini birşeyle örterek dolaşmalarını gerektiriyordu çünkü sular daha düşer düşmez donuyor üşümelerine hatta bazen hastalanmalarına neden oluyordu.
Dev kütük önce yatay olarak 2 ye ayrıldı sonra parcalar dikey olarak 2 ye ayrıldı. İlk parça yontularak dev gibi bir kaşığa benzetildi. 2. parçadan iki uzun direk yapıldı. 3. parçadan bir sürü 2-3 metrelik çubuklar yapıldı. Son parça ise çarklar ve küçük parçalar için kullanıldı...
***************************************
1 ay sonra
Endermanlar görmesin diye karların altında yapmışlardı son parçayı. Dev bir mancınıktı bu. Ayrıca bu süre zarfında buzdan kalelerinin endermanların kalesine doğru olan tarafındaki duvarı baya büyütmüşlerdi. Artık tek bekledikleri yağmurdu.
Endermanlar ne yapmak istediklerini anlamamışlardı ama tüm saldırılarına karşı önlem aldıkları için en büyük kozlarını çıkarmamışlardı: Herobrine. Mancınığı yapan çılgın mucitleri Alper bu ihtimalide düşünerek güzel bir plan hazırlamıştı...
Öğlen vakti toplanmaya başlayan bulutlar artık iyice yoğunlaşmıştı. Bulutlardan gözükmüyordu ama güneş batıyor olmalıydı. Tam istedikleri gibi sağanak bir yağmur yağacaktı. Kaledeki hareketliliği gören endermanlar yağmur yağarken saldıracaklarını anlamışlardı. Hepsi içeri toplandı. Herobrine dışarda kaleyi gözlüyordu. Artık emindi, yağmur yağarken saldıracaklardı. Erken davranmaya karar verir.
Küçük bir patlamayla kaledekiler Herobrine'ın geldiğini anlar. Herobrine herkesi şok etmeyi planlarken kendisi şok olur. Çünkü patlamayla sallanan buzdan duvarlar büyük bir gürültüyle dağdan aşağı yuvarlanmaya başlar ve çığa neden olur. Kaledekiler ise bundan mennun gözükmektedir. Brine'ın büyük oğlu:
-Zahmet etmeseydin ya biz yapardık ahaha!
- Seni küçük böcek!
Atilla:
- Amca yakala!
Sarı-yeşil tuhaf bir iksir fırlatır. Herobrine ise aralarına ışınlanarak şişeyi yakalar. Şişeyi onun yamaladığını gören bir okçu şişeyi vurmaya çalışır ama ok şişenin altından geçer. Herobrine şişeyi tepesine dikerek iki yudumda bitirir.
- Eline sağlık sen mi yaptın.
- Zehir zıkkım olsun. A dur bir dakika zaten zehirdi o.
-Ne! AH!
Planları işe yaramıştı. Herobrine yemi yutmuş ve içinde zayıflık, yavaşlık, bulantı... gibi birçok etkiyi barındıran iksiri içmişti. Herobrine dimdik durarak:
-Gene de sizi yenebilirim kim karşıma çıkabilir? dedi. Amacı kendini öldürtmekti, böylece totemin yanında sapasağlam yeniden doğacaktı. Bunu bildikleri için kimse böyle bir sacmalık yapmadı.
Bu arada çığ endermanların kalesinin duvarlarını yıkmıştı ve yukarıdan karınca yuvasına benzeyen dev deliğin içini kar ve buzla doldurmuştu. Ordunun büyük bir kısmı dağdan aşağıya ikinci bir çığ gibi iniyordu. Geride Alper ile 5 asker kalmıştı. Karların altında zar zor gözüken mancınığa önceden ısıttıkları kor gibi taşları dikkatlice koyup fırlattılar. 1 aydır yaptığı hesaplar sayesinde mancınığın üstündeki karları da etrafa firlatan bu sert atış taşları tam deliğin üstündeki karlara almıştı. Taşlar kar ve buzların içine gömülerek onları eritiyordu. İkinci bir atışla düşen taşlarda erimeyi hızlandırıyordu. Artık burda işleri bitmişti. Kıvranıp duran ve etrafın patlatmaya çalışıp sadece küçük kıvılcımlar çıkartan Herobrine'ın yanından geçerek onlarda aşağı indi.
Yağmurunda etkisiyle birkaç dakikada eriyen buzlar endermanların yağmura karşı yaptıkları basit engelleri kırarak tünellere dolmaya başlamıştı. Bu arada orduda büyük bir heyecanla az önce çığla yıkılan yerden endermanların kalesine giriyordu. Buz gibi olan suya atlayıp kimi yüzerek kimi çırpınarak delikten girmeye başladı. Tünellerde çok su yoktu sadece dizlerine gelen su onlara hiç zorluk çıkarmazken endermanlar korkuyla kaçışıyordu. Neredeyse hiç zorlanmadan tünellerde koşturmaya başladılar yol ayrımlarında dağılarak gitgide azalan sayıları ileride tekrar birleştikce artıyordu. En sonunda dibi lav dolu dev bir salona girdiler tam ortada iki altın bloğunun arasında daha önce görmedikler, tıpkı Zaman'ın dediği gibi kırmızı, üstünde iki beyazlık olan tuhaf bir blok vardı. Tünellerde ölen endermanlardan aldıkları incilerle oraya ışınlandılar fakat geç kalmışlardı. Zehirlerin etkisi geçmiş ve Herobrine tünelleri patlata patlata onlara doğru ışınlanıyordu. Patlamalarla kimisi parçlandı kimisi taşların altında kaldı kimisi de lava düştü. Neyseki birisi toteme ışınlanıp onu kırmaya başlamıştı...

Sizce ne olacak?

Neyseki birisi toteme ışınlanıp onu kırmaya başlamıştı. Tam son kazmayı vuracakken buyük bir patlamayla mağaranın duvarlarından birine çarpar ve lava düşer ama bu Herobrine içinde zafer değildir. Patlama totemin kırılmasına ve lava düşmesine neden olmuştur. Artık daha dikkatli olmalıdır. Yeni bir kale ve ordu kurana kadar tekrar gözükmemek üzere kaybolur.
Saldırıya sonradan katılan Alper ve 5 asker kurtulmuştur. Alper tünellerdeki bu hiç görülmemiş seylerin işe yarayabileceğini düşünerek pek çoğunun planlarını bir kısmınında kendisini alarak yanındaki 5 kişiyle geride bıraktıkları kadın ve çocukları bulmak üzere yola düşer. Kadınlara teknelerle denizde çok uzak diyarlara gitmelerini ve onlar gelene kadar asla dönmemelerini söylemişlerdir. Kalede buldukları eyerlerle atlara binerek bir aya yakın sürede onları bulmuşlardır. Alper topladığı malzemeleri incelemeye başlar...
*****************************************
15 yıl aradan sonra...
Enchantment table ile daha güçlü zırhlar ve silahlar yapmışlar, fenerlerde hem kendilerine iksir hem büyük ışık kaynakları sağlamışlar, çizimleri kullanarak yaptıkları pistonlar ve lavları soğutarak oluşan mor taşlarla, ok fırlatıcılarıyla... ve nice şeylerle alınması imkansız bir kale kurmuşlardı Nihayet fareler gibi deliklerde saklanmak zorunda değillerdi. Rahatça etrafta dolaşabiliyor, artık madende yaratıklarla savaşabildikleri için kaynak toplayıp zenginleşiyorlardı. Bir de çok değişik bir şey vardı ki endermanların kalesinde koyulduğu yer en önemli olduğunu gösteriyordu. Fakat bir türlü kullanamamıslardı. Genelde turuncu renkliydi, üzerinde üzerinde küçük, buton gibi şeyler vardı. Çizimlere göre kızıltaş ile aktifleşiyordu. Kullanmak için ne yapılacaği anlatılmamıştı. Tahminlerine göre canavar dilini bilmek gerekiyordu. Neyseki çizimleri ve buldukları bazı kitapları kullanarak canavar dilini de çözmüşlerdi. 15 yıl geçtiği halde bir türlü kullanamamışlardı. Alper'le beraber kurtulan 5 askerin içinde Herobrine'ın dev ordusunu yendikleri gece kendini feda eden kardeşin yanindaki askerde vardı. Alper'e o gece başından geçenleri anlatmıştı:
-Onunla aynı sözleri söylediğim halde örümcekler beni dinlememişti. Belki de aynısı bu şey içinde geçerlidir. Nasıl kullanılacağı yerine kimin kullanabilecegini bulmalıyız.
- Peki sence bunu kullanan insan mı? Yoksa o hiç görmediğimiz ejderha mı?
- Bence endermanlar. Işınlanmak bildiğimiz tek ilginç özelligi değil. Blokları bizim gibi hiç uğraşmadan direk alabiliyor hatta deneyler yapıyorlar. Hem baksana butonlar bizim elimize göre değil, tam endermanların o parmaksız ellerine göre.
- O zaman bunu saklayalım çünkü hiç işimize yaramamakla beraber düşmanlarımızın eline geçerse onların çok işlerine yarayabilir. Kağıttaki yazılardan çevirdiğimize göre herşeyi yapabilirmiş. Belki kendimize bunlardan bir tane yapabiliriz.
- O ejderha ateşiyle yapılan bloklardansa bu hiç şansımız yok. Hem belki de sadece uğraşalım diye koydukları bir süstür.
- (bir an ümitsizce düşündükten sonra) Bizimde ateşimiz var!
-...
- Güneş! Güneşten doğru faydalanırsak yapabiliriz belkide?
- Çılgın ve mucit olan sensin, hadi sana kolay gelsin.
Asker biraz alaycı bir biçimde bu son sözü söyledikten sonra ay ışığıyda aydınlanan laboratuvardan ayrıldı. Apler'in ise aklında şimşekler çakmıştı. Büyük bir şevkle işe başladı. Düşündüğünden bile çabuk bitmişti. Birazdan güneş doğacak ve sistemi deneyecekti...
Kapıdaki ışıltıyla düşüncelerinden sıyrıldı. İçeriye yaşlılara özgü tecrübe dolu gözlere sahip bir genç girdi. Yüzü tanıdık gelmişti ama nerden tanıdığını çıkaramıyordu.
- Kimsin?
- (Önce titredi sonra ateş saçan gözleriyle baktı) Tanımadın mı?
- Zaman... O gün kaleye gelen sendin. Sen bahsedilen zaman yolcususun.
- Bu da çok hızlı oldu ama...
- Soru sorsamda cevap vermeyecektin.
- Ha o konu. Evet cevap veremem ama korkma kaleyi de başına yıkmam. Kendime hâkimim artık.
- Peki bunun ( kendi yaptığı tuhaf bloğu gösterdi) çalışıp çalişmayacağını söyleyebilir misin?
- Zaman yolcusu olarak hayır ama mucit olarak bakınca çalışacak gibi geliyor...(hafifçe iç çekti) Zaten bu yüzden geldim buraya.
- Bi felaket haberi getirmeyeceksin değil mi?
- Gelecekten bilgi getirmek... paradokslar falan filan sıkıntılı iş... Bu sefer ki geçmişten...
- Zaman üstune yeterli bilgim var ama ne demek istediğini anlamadım geveleyip durmasan?
- Güneş, ejderhalar gibi ateş üreten bir kaynak değil sınırlı bir...
- Ejderhalar derken?
- Boş ver o kısmı, nerde kalmıştım(hatırlamak yerine geçmişe baktı) Hah! Güneş sınırlı bir kaynak, güneşin sönmesine neden olabilirsin.
- Hmm, bu üzücü ama başka sorularım var...
- Dene şansını.
- Ejderhalar derken ne kastettın?
- Boşver sizin rakibiniz bir tane.
- Diğerleri nerde? Bilmiyorum ama gelecekle...
- Gelecekten bir bilgi bu nasıl verdin?
- Gelecekten değil Son'dan...
- Neyin sonu?
- Hiçbir şeyin, herşeyin, aydınlığın ve karanlığın... en azından bu anlamsız savaşın...
Işıklar saçmaya başladı.
- Gidiyorsun değil mi?
- Evet.
- Nereye?
- ...
- Bir zaman yolcusu ne olur? Ölür mü? Zamanın sonunda sıkışır mı? Yoluna devam mı eder sonsuza kadar?
- Hiçbir şey bana fiziksel zarar veremez ama ölümsüz değilim. O gün gelecek cehennem ordusu dünyayı kuşattığında ben (konuşması birden tüm etkisini kaybetti sanki birden fikir değiştirmiş gibiydi) öleceğim.
Alper ise çok korkmuştu. İşte bu sefer gelecekten bahsetmişti. Eşyaların havalanmasını gökyüzünün yırtılmasını heryerin sallanmasını bekliyordu. Ama hiçbir şey olmamıştı.
- Ama ne... neden?
- (Ne sorduğunu anlamıştı) Evet gelecekten bilgi verdim ama bunları bilmen hiçbir değişiklik yapmayacak. O günü getiren kararlar çoktan verildi ve hiçbirimiz bunu değiştiremeyiz. Bu yüzden ne bir paradoksa ne de başka bir soruna yol açmıyor bunları bilmen.
Işıklar saçarak kayboldu. Alper ise duyduklarınin altında eziliyordu ama yapacağı hiçbirşey bu günü değiştiremezdi...
Daha çok konuşma içeren ve hikaye hakkında ilginç bilgiler veren bir bölümdü. Sizce savaşsız olması bölümü eksik bıraktı mı?
Alper'in kurduğu birlik yıllar sonra bir krallığa dönüşmüştü ve yaklaşık 200 yıldır insanları koruyordu. İnsanların artık bitmek üzere olan nesli tekrar tüm dünyaya hâkim olmuştu. Şu an 4. Kral Cenker'in hâkimiyetindeki ülke gerçekten durdurulması imkansız bir güç olmuştu. Herobrine ise en büyük avantajını kaybetmiş, dikkatli ama daha küçük saldırılarla sayıları hızla artan insanları birer ikişer öldürüyordu. Fakat bu gece hedef büyüktü...
- Kralım yağmur bulutları... hâlâ...
- Farkındayım. 2 saattir bir damla yağmur düşmedi. Normalde şu an fırtına kopması lazımdı.
- Kayra yeni icadını denemek istiyor. Belkide izin vermelisiniz.
- Haklısın, şu büyük şeyi denemenin vakti geldi. Kayra'ya söyleyin çok beklediği izin çıktı. Çok dikkatli bir şekilde incelesin bulutları.
Kayra amcasının küçük oğluydu ve bir mucitti. Büyük şey diye bahsettiği ise helikopter gibi bir şeydi. Kullanmak için çok ısrar etmişti ama başına bir şey gelmesin diye Cenker izin vermemişti. Şimdi başka çareleri yoktu. Endermanlar uzun zamandır sürekli kaleye yaklaşıp kayboluyordu. Ne döndüğünü anlamaları için başka care kalmamıştı. Helikopterimsi şey havalanmaya başlamıştı. Herkes hayranlıkla bu şeyi izlerken bir yandan da iyi haberlerle gelmesini umuyorlardı. Yükseld, yükseldi gözden kaybolduktan bir-iki dakika sonra gökte kuş gibi bir şey belirdi. Yaklaştıkça büyüdü büyüdü." Gökyüzü yanıyor!" Diye bağırıyordu. Yere sert bir iniş yaptığında inenin Kayra olduğunu anladılar. "Bulut değilller..." dedikten sonra bayıldı. Cenker'in emriyle odasına taşındı, iki de hekim çağrıldı. Birşeyi yoktu, biraz korkudan, biraz sıcaktan bayılmıştı. Birkaç dakika sonra ayılınca açıklama yaptı. Gökyüzünde küçük bir platform vardı. Ortadaki şey etrafa havaifişekler atarak gökyüzünü siyah dumanlarla kaplamıştı. Isıdan dolayı araç yanınca tavuk tüyünden yaptığı kanatlarla inmişti. Endermanların yakınlarda dolaşması açıklanmıştı. Havadaki şeyi hazırlıyorlardı. Kayra'nın yaptığı birkaç roket ile ile havadaki şeyler patlatıkdıktan sonra siyah dumanlar kolayca dağılmıştı ama kimse endermanların amacını anlamamıştı.
Kalenin her yeri ışıl ışıldı ama süs için değil yaratıklar girmesin diyeydi. Sabah güneş, akşam lambalarla aydınlatılan kalede sadece gündüzleri yağmur yağarken ışıkları yakmaya gerek duymazlardı, endermanlar ışınlanarak, farkedilmeden kaleye girmek için bu fırsatı kullanabilirlerdi ama bu seferde yağmur yüzünden giremiyorlardı kaleye. Onlarda böyle bir şey düşünmüşlerdi. Kimse bir şey anlamadan kurtulmalarına sevinirken istenmeyen misafiler kaleye girmiş akşamı bekliyorlardı.
Cenker her günkü gibi gece yarısına kadar kaleyi teftiş etmiş yatarken oda da parıltılar gördü.
- Endermanlar! Nöbetçiler!
Endermanlardan biri saldırmaya çalışmasıyla birlikte yere yıkıldı. Arkasında elmas zırhı beyaz gözlü bir adam vardı. Odanın karanlığında(uyuyabilsinler diye odalar ışıklandırılmamıştı) bu kadar görebildi. Daha sonra bir uçan tekme, dönerek bir yumruk ve kılıçla sağlam bir vuruşla diğer üç endermanda öldü. Kişi kaçmadı. Üzüntülü bir sesle " Merhaba kardeşim" dedi.
- Abi...( ağlayarak sarıldı) ölmemiş.. ölmemişsin. Seni çok.. çok özledim. Yıllar sonra ... seni...
- Herşeyi anlatacağım, sakin ol.
Bu kişi Cenker'in 10 yıl önce kaybolan abisi Kahraman'dı. Asıl adı Ertuğrul'du ama oklardan bile kaçabilecek kadar çevik, eliyde bile bir zombiyi ortadan ikiye bölecek kadar güçlüydü. Hele eline demir kılıç alınca bir fırtına gibi düşmanı ezip geçiyordu. Krallığın en elit askerlerinden oluşan 23 kişilik bir ekiple endermanlara ait onlarca kaleye saldırıp burnu bile kanamadan çıkmıştı. Bu yüzden kendisine Kahraman derlerdi. Bundan 10 yıl önce yine bir baskında aradığını bulmuştu... Herobrine 10 metre uzaktaydı. Onu gören Herobrine ışınlanarak kaçmaya başlamıştı. Kahraman gözünü ondan ayırmadan yanındaki endermanı kesip ender incisini almış, hangi hızla ne kadar arayla ışınlandığını gözüyle ölçüyordu. İnsanüstü bir güçle inciyi fırlattı... Herobine'ın sağındaydı, Herobrine daha ne olduğunu anlamadan sağ elindeki kılıcı iki eline alarak sola döndü kafasına nişan almıştı...
Herobrine'ın bembeyaz gözüne saplanan kılıcı itti, kılıç sapına kadar girmişti ama bir tuhaflık vardı. Kılıcın ucu kafasının arkasından çıkmalıydı ama hiçbir şey olmamıştı. Herobrine haraketsiz duruyordu. Kılıcını çıkarttı ve gözüne baktı... Olamazdı bunlar... hiçbir insanın görmek istemeyeceği şeylerdi... siyah... sonsuzluk... kötülük... ve daha...
Başkası görseydi kesin delirirdi ama demir gibi sağlam iradesiyle küçük bir sarsıntıdan sonra kendine gelmişti. Kendine geldiğinde çok uzaklardaydı. Korkuyla çok uzun bir süre kaçmıştı. Su içmek için bir göle eğildiğinde gözlerinin bembeyaz olduğunu görmüştü. 10 yıl boyunca kaleyi aradı. Ne tarafa kaçtığını bilmediği için pek başarılı olamamıştı. Daha sonra ışınlanabildiğini farkettiğinde endermanları takip ederek kaleyi bulmayı denedi. Büyük ihtimalle ya kendi kalelerine ya da insanların kalesine gidiyorlardı. Böylece hem kalesini bulmuş hem de suikastı önlemişti.
Başından geçenleri anlatırlarken salonun ortasında ışıkla bir adam belirdi. Küçük bir şaşkınlıktan sonra tarihi ezbere bilenler bu adamın Zaman olduğunu anlamıştı. Kahraman konuşmayı başlattı:
- Yıllar sonra tekrar gelmişsin çok önemli bir şey olacak sanırım.
Cenker:
- Sen geldin ya...
- Evet bu da önemli bir olay ama gece daha bitmedi. İşte çok özel konuğumuz.
Parmağıyla salonun dev kapısını gösterdi. 70 yaşlarında bir adamla ona tuhaf tuhaf bakan iki asker girdi içeri.
- Merhaba ben Brine, Steve oğlu Brine...
Şok üstüne şok yaşayanlarla dolu salonda tarihi yeterince bilenler "aaaa" diye sesler çıkarırken bir iki kişide bayıldı.
- Uzun yıllar sonra ilk defa insan görüyorum, hepsi de hayalet görmüş gibi bakıyor bana.
Zaman olayı açıklamaya gerek duydu.
- Vücuduna sentezlenen şeyler onuda bir nevi yaratıklara çevirdi. Güneş onuda zayıf düşürüyordu. Öğle güneşine dayanamadı o kadar derin uyudu ki öldü sandılar.
- Kalanını ben anlatırım. Dinlenmek istesem Herobrine buna izin vermez beni öldürürdü. Bende uzun süreli bir rejenerasyon iksiri içerek ölü numarası yaptım. Anca savaşacak gücü bulup çıktım.
Bir-iki kişi daha bayıldı.
- Tabi asıl bombası bu değil, dedi Zaman.
- Sen kimsin?
- (titredi, gözleri parladı) Ya sormayın şu soruyu. Sonra açıklarım sen bombanı patlat.
- Bana sentez yaptıkları cihazı hatırlıyorum. Burada tekrar yapmamız mümkün.
Eskiden endermanların ona yaptığını şimdi kendisi tekrar yapıp yeterince güçlenecek ve Herobrine'ı yenecekti.
***************************************
2 ay sonra
Makina bitmişti ve bir beyaz ender incisiyle, Iron Golem özünü bulmuşlardı. Brine bunun yeteceğini söylemiş ve daha fazlasını istememişti. Şimdi sentez vaktiydi... Aklına kaçırıldığı gece gelmişti. Elinde bir ender incisiyle kaçmaya çalışması... eve ışınlanması... penceredeki enderman ve o...
Brine bunları hayal ederken bu muhteşem icadın karşısında çocuk gibi şen olan Kayra işlemi bitirmişti. Aydır sık *** yanlarına gelen Zaman onlarin yanına son kez geldi.
- Yıllar sonra nihayet savaşın en kanlı kısmı bitti.
Cenker:
- Ne yani Brine ve abim Herobrine'ı yenerek bu savaşı tamamen bitiremeyecek mi?
- Yenecek ama savaş anca yıllar sonra...
Daha fazla şey söyleyemeceğini anlayan Zaman yanlarından ayrılmıştı. Kahraman ve Brine ise Herobrine'ın peşine düşmek üzere ışınlanarak kaleden uzaklaştılar.
**************************************
Portalın içindeki korkunç ses:
- Naber Brine. Hahaha.
-(yüzünde tiksinç bir ifadeyle) Naber endi... Ah!
-(sinirli bir şekilde) Sen benim kölemsin haddini bil!
- Bilmezsem ne yapacaksın? Öldürecek misin? Hadi öldür o zaman!
- Sana söylemiştim! Seni öldürmem için yalvartacağımı söylemiştim!
- Yapabiliyors... Ah!
- Zamanı gelince en acılı şekilde yapacağım.
Son cümlenin ilk kısmını portaldaki ses kalanını ise Herobrine kendi kendine söylemişti.
Endermanlardan biri:
- Sir, Brine was come back, and he is searhing you with Hero.(Efendim, Brine geri döndü ve Kahramanla beraber sizi arıyor)
- I run away only now(şimdilik kacacağım)
****************************************
Yıllar Sonra
Brine ve Kahraman yıllar boyu Herobrine'ı kovaladı. Başsız kalan yaratık ordusunun iyice güç kaybetmesi üzerine insanların büyük bir kısmı savaşın bittiğini düşünerek dağılmaya ve yeniden köylerse yaşamaya başladı. Cenker ve daha sonraki krallar ne kadar uyarı yapsalarda herkes onların kral olmak için yalan söylediklerini düşünerek dağılmaya devam etti. Herobrine amacına ulaşmış ve insanları zayıf bırakmıştı. Artık kaçmayı bırakıp geri dönebilirdi, tabi önce Brine ve Kahramandan kurtulması gerekiyordu. Bir gece vakti karşılarına çıktı...
- Hahaha sizi bir böcekgibi ezicem.
- İkimizde seni yenmiştik, şimdi ikimize karşı birden hiç şansın yok!
Herobrine ortalarında büyük bir patlama gerçekleştirdi. Ama Brine güçleri, Kahraman'da elmas zırhı sayesinde hiç etkilenmemişti. Herobrine'ın tam ortalarında belirmesiyle hızlı bir dövüş başladı. Herobrine arada kaçma girişimlerinde bulunuyor ama ikili peşini bırakmayınca dövüş devam ediyordu. Herobrine'a yardıma gelen yaratıklar göz açıp kapayıncaya kadar ölüyordu. Güneşin doğmasıyla yaratıklardan yardım alamayan ve zayıf düşen Herobrine Brine'ı kandırmayı dener.
- Hey!(bir yandan da yumruklardan ve kılıç darbelerinden kaçmaktadır) Bu beden kimin biliyor musun? Brine!
- Ne farkeder ki!
- Babanın! Steve'in!
- İnanma ona Brine.
- Ama düşün sen geldiğinde baban yoktu. Cesedini de bulamamıştın.
Brine şok olmuştu hareketsiz bekliyordu. Bunu fırsat bilen Herobrine ışılanarak Kahraman'ın kılıcını aldı ve yukarı ışınlandı. Üstüne kılıçla düşen Herobrine'ı farketio kenara çekildi, kılıç yere saplandı. Herobrine kılıcı bırakıp yumruk atmayı denedi. Kahraman yumruğu tuttu ve Herobrine'ı fırlattı. Fakat havada ışınlanarak Kahraman'a çarptı ve onu yere düşürdü. Bu daha önce hiç yapılmamış bir hamleydi. Sağına geçti, tekrar yumruk atmayı denedi ama yine aynı numarayla sol tarafına geçerek vurdu yumruğunu. Kahraman yere düşünce yere saplanan kılıca ışınlandı. Kılıcı çıkarttı... havaya salladı ve hızlıca ayağa kalkan Kahraman'ın arkasında ışınlandı... Kılıç elmas zırhı kırıp karnını yarısına kadar yarmıştı. Brine ise...
Nasıl bir bölümdü?
Sizce ne olacak?
Kahraman bu ağır yarasına rağmen kurtulacak mı?
Gözünü dolduran parlaklıkla uyanmıştı. Üzerinde yattığı nemli, yumuşak çimenden kalktı. Gözünü ovuşturdu ve o parlak ışığa baktı. Güneş doğmuştu. Geniş bir ormandaydı. Adı Steve'di. 40 yaşlarında gözüküyordu. Zombiler ve birçok yaratıklarla dolu bir dünyada yalnızdı. Neden buradaydı? Zombi ve yaratıkları nereden hatırlıyordu? Peki şimdi ne yapmalıydı? Bir ağaca yaklaştı ve yumruklayarak kırmaya başladı.
**************************
Brine şok olmuştu hareketsiz bekliyordu. Bunu fırsat bilen Herobrine ışılanarak Kahraman'ın kılıcını aldı ve yukarı ışınlandı. Üstüne kılıçla düşen Herobrine'ı farketip kenara çekildi, kılıç yere saplandı. Herobrine kılıcı bırakıp yumruk atmayı denedi. Kahraman yumruğu tuttu ve Herobrine'ı fırlattı. Fakat havada ışınlanarak Kahraman'a çarptı ve onu yere düşürdü. Bu daha önce hiç yapılmamış bir hamleydi. Sağına geçti, tekrar yumruk atmayı denedi ama yine aynı numarayla sol tarafına geçerek vurdu yumruğunu. Kahraman yere düşünce yere saplanan kılıca ışınlandı. Kılıcı çıkarttı... havaya salladı ve hızlıca ayağa kalkan Kahraman'ın arkasında ışınlandı... Kılıç elmas zırhı kırıp karnını yarısına kadar yarmıştı. Birine ise beklediği fırsatı bulmuştu. Aslında şoka girmemişti(EnderCrafter4K'ya selamlar :) ) Sadece Herobrine'ın dikkatini dağıtıp beklemediği bir saldırı yapmak için fırsat olarak kullanabileceğini düşününce şoka girmiş gibi yaptı. Ama biraz geç kalmıştı. Herobrine'ın bu yeni saldırı taktiğini kullanmaya karar verdi. Etrafında dönerek havaya sağ koluyla dirsek atar gibi yaptı ve Herobrine'ın önüne ışınlanarak dirseği yüzünün ortasına vurdu. Bunu beklemeyen Herobrine hiçbir tepki veremeden geriye düşmeye başladı. Birine dönüşüne devam etti ve sol eliyle yumruk atacakken arkasına ışınlandı ve yumruğu ensesine vurdu. Artık tamamen kendinden geçen Herobrine yere yığıldı. Brine aslında en başından beri Herobrine'ın babasının bedenine girdiğini biliyordu. Yıllarca babasını nasıl kurtaracağını aramıştı ve aradığı şey krallığın kütüphanesinde enderman kalelerinden alınan kitaplardan birindeydi. Güneş ışığıydı çözüm... Herobrine'ın kafasını tuttu ve güneşe çevirdi. Evet işe yarıyordu, siyah bir duman çıktı babasının vücudundan ve kendisine yöneldi. Evet babasının bedeninden çıkmıştı ama kendi bedenine girmesine bir engel yoktu. Işınlanarak kaçmaya başladı. Biraz uzaklaştı ama hali kalmamıştı. Durdu... Yere çöktü... Bedeni, güçleri sayesinde 70 yaşını geçmemişti ama yıllar boyu kovalama ve bütün gece dövüşmek her şeye rağmen bu beden için fazlaydı... 1000 yaşını da geçmiş, savaşlar, ölümler görmüş toprak altında yıllarca yatmıştı. Artık yeter diye düşündü. İçine dolan kötülüğü hissediyordu... siyah duman halindeki Herobrine onu yakalamıştı. Sırtından saplandığını hissettiği kılıçla rahatlamıştı. Rahatladı... son bir acı ve ölmüştü. Kılıcı saplayan Kahraman'dı. Ama dayanamadı o da yere yıkıldı ve Birine ile aynı kaderi paylaştı. İçine girebileceği bir beden bulamayan siyah duman yerin altına doğru kayboldu...
******************************
Steve! Kim olduğunu unutacak kadar uzun bir süre bedenini bir katille paylaşmak zorunda kalan Steve!
Nerden geldiğini bilmediği bilgilerle kendi önce tahta basit eşyalar sonra daha birçok eşyalar yapmıştı. Küçük bir ev kurmuş, kullanmayı nereden öğrendiğini bilmediği kılıçla kendini yaratıklardan korumuştu. Kendisiyle hiç konuşmayan köylüler ve birçok yaratığın içinde nasıl başladığını bilmediği hayatının son anlarını yaşıyordu. Önce tanıdık bir yüz... Sonra daha fazla yüz... Artık bedenine bağlı değildi... Çok özlediği oğluna, annesine, babasına kavuştu...
***********************************
-Defalarca kez başarısız oldun! Güya dünyanın...
-Bla baa bla... Ah! K****umun ejderi! Aah!
-Neyse işkence etmemin anlamı yok... Ordum hazır olmak üzere. Senden kurtulabilirim artık. Hahaha!
-De**s...
-İnsanlardan nasıl kurtulduğumu sende izlemek istermisin? Yoksa direk öldüreyim mi?
-Öldür!
-Endermans! Kill him!
Endermanlar birden Herobrine'a çullandı fakat birden oldukları yerlerde kaldılar.
- Sağ ol Endişko sayende artık endermanlara da hükmede biliyorum.
-I ** Enderdragon! You...
-Tekrar mı tanışıyoruz? Eğer öyleyse söyleyeyim: Benim adım Baran! Kahraman Baran!
Elini kolunu sallayarak dışarı çıktı ve ormanın karanlığınaa karıştı Yapacak çok işi vardı. Önce Güneş'i bulmalıydı...

Adı Baran'dı... Kahraman Baran... Hikayesi çok eskiydi. Şu devasa ağaçlardan, heybetli dağlardan, tarihi kalelerden... hatta güneşten bile daha eskiydi. Şimdi de kendisi kadar eski, bu gün kadar yeni birini arıyordu: Güneş. Güçlerini kullanmak geldi aklına. Birden ormandaki tüm hayvanlar koşarak uzaklaşmaya başladı. Peki ya bulamazsa... Bu kadar hayvanla elbette bulurdu ama aradığı kişinin yaşadığından emin değildi. Onu en son o gün görmüştü...
O gün herkes oradaydı: Baran, Güneş, Sekonya ve binlerce kişi... her şey olabilecek en kötü şekilde gelişmiş, büyük bir savaş başlatmıştı ama o gün bu savaşı bitirmek için oradaydılar-Ki nereden bikebilirkerdi bunun sadece başlangıç olduğunu... Etraftaki yeşil, garip taşlar yaklaştıklarını gösteriyordu. Kısa bir süre sonra en büyük kabuslarıyla tanışacaklardı.
BİNLERCE YARATIK VE BİNLERCE İNSAN! SONSUZ BİR KATLİAM! GÖKYÜZÜNDE...KARALIK GÖKYÜZÜNDE ÖLÜM KUSAN BİR EJDER! Savaşacak kimse kalmamıştı... Baran yaralı hâlde kılıcına yaslanarak cesetlerin ortasında duruyordu. Ejderi gördü, Onun için geliyordu... Ayakta bile zor dururken onunla savaşamazdı. Gücünü kullanmayı denedi. Bu...bu nasıl birşeydi? Kesinlikle yapamazdı zihninden çıkmaya çalıştı ama ona karşı o kadar güçsüzdü ki kaçamazdı bile. Tüm vücudunu sonsuz sancılar kaplamıştı. Ejder Etrafında dönemeye başladı:
- Ha ha ha! Senin gibi bir böcek gerçek bir gücü yönetebilir mi?
- Sensin böcek! Aaa! Hı! AAh!
- Seni kendi böceğim yapıcağım ve çektiğim tüm acıyı senden çıkaracağım!
- Ama o acıyı sana ben çektirdim! Gel bende dene şansını!
-Güneş! Ne cüretle bana meydan okursun!
- Öyleyse...
Sancılardan bayıldığı için sonra ne olduğunu bilmiyordu. Kendine geldiğinde yepyeni bir dünyadaydı. Endermanların tutsağıydı. Etrafta ne ejderha ne onun çirkin adası ne de Güneş vardı. Dillerini çözmeye çalıştı. Anladığı kadarıyla Ejder ölmüş gibi birşeydi. Gökyüzünde Güneş dedikleri dev bir ateş topu vardı. Yaratıklar Güneş varken ortaya çıkamıyordu. Ama onun olmadığı yer ve zamanlarda karanlıkta birden beliriyorlardı. Ağaçlar daha büyük ve yeşil yapraklı olmuşlardı.
Onlarca yıl hapsolduktan sonra bir gün Endermanların mutlu bekleyişleri içinde siyah bir dumana yakalandı. Sonrasında bedeninin kontrolünü kaybetmişti. Ejderin kontrolünde, insanların kendinden bildikleri katliamları izledi yıllarca. Diğer köylerdekiler binlerce yıllık bir barışta olduklarını zannetsede, aslında, onun bedenini kullanan Ejderha her gece bir köyü katlediyordu. Güneş ve Sekonya'yı bu katliamlarda görür gibi olmuştu, hem de defalarca. Sonunda bir gün Kölçor adındaki bir genç büyük bir orduyla onu durdurdu. Günlerce savaştıktan sonra ordular bitmiş sadece ikisi kalmıştı. Ejderha, insan bedenini yeterince iyi kullanamadığı için dövüşte bedeni ağır yaralanmıştı. Ölmek üzereyken Ejderha: " Ailesi katledilenler kötülüğü geri getirecek" dedikten sonra kendinden geçince öldüğünü sanmıştı ama başka bir bedende uyandı. Ejderha onun gücünü ve kendi iradesini kullanarak 17 yaşındaki Brine'ın bedenini kullanıyordu. Anladığı kadarıyla ilginç deneylerle ona çeşitli güçlerde vermişlerdi...
Artık kurtulmuştu. Bedeni sağlam ve kendi kontrolündeydi. Savaşın en kanlı zamanlarını bizzat izleyipte hiçbir şey yapamamanın üzüntüsü vardı gözlerinde. Ağaçların arkasından bir parıltıyla, gözlerinde aynı hüzne sahip birini gördü.
-Sen de kim... ha! Zaman dedikleri kişisin.
-Evet. Sen de Baran'sın.
-Neden buradasın?
-Yardım etmek için.
-Peki. Güneş yaşıyor mu?
-Bayâ çok.
-Nasıl "Bayâ çok"?
-Boşver. Hayvanları da bırak. Ben götürürüm seni ona.
-Hadi.
-Ama önce birini daha alalım. Çok işimize yarar.
-Peki.
Umursamadan söylediği bu "Peki"den sonra önlerinde yuvarlak, sarı, ışık saçan bir portal belirdi. İçine girip gözden kayboldular...
-Nasıl birini almaya gidiyorlar?
-Sonra neler olacak?
-Zaman bir zaman yolcusu olduğu için geleceği değiştirmemek amacıyla olaylara müdahale etmezken neden fikir değiştirdi?
-Güneş hakkında ne düşünüyorsunuz?

Portal, dışı obsidyan kaplı büyük bir yapıtın kapısına açılıyordu. Zaman kapıyı tıklattı. Biraz sonra kapı açıldı. Elinde küçük bir metal parçasıyla-tutuşundan bir tür silah olduğu anlaşılıyordu- 16 yaşında, esmer, siyah saçlı, mavi gözlü bir genç açtı:
- Kimsiniz?
-Zaman.
-Ben de Baran. Bildiğiniz adıyla Herobrine ama o elindeki küçük metal hiç de korkutucu değil.
Genç karşısındakilere inanamayarak bakıyordu. Baran'ın elindeki silahı beğenmeyişi üzerine Zaman'ın müdahale etmesine fırsat vermeden işaret parmağıyla küçük bir hareket yaptı. Baran patlama seslerine alışmıştı ama bu küçük silahtan böyle bir ses beklemiyordu. Gencin gözleriyle arkayı işaret ettiğini farkedince arkasına baktı. Bir creeper yerde hareketsiz yatıyordu. Sadece küçük bir delikten yaralanmıştı. Baran çok şaşırdı. Zaman ise ne olduğunu bildiğinden arkasına bakmadı.
- Sizinle tanıştığıma inanamıyorum, ben de Kalmer.
-Me..memnun oldum.
-İçeri davet etmeyecek misin bizi?
-Buyrun.
İçerisi endermanların laboratuvarlarından bile daha ilginçti. Cam şişelerde çeşitli renklerde sıvılar vardı. Köşede Brine'ın ortanca oğlunun kendini feda ettiği gece(Bölüm 3) gördükleri tuhaf toprak ve kırmızı tohumlar vardı. Üç duvar boydan boya raflarla kaplıydı. Çeşitli otlar, tozlar, iksirler, eşyalar vardı raflarda. Dördüncü duvar ise Kalmer'in elindekine benzeyen silahlarla kaplıydı. Baran küçük, küp şeklindeki, yeşil şeye bakıyordu. Hareket edince bu şeyin canlı olduğunu anladı. Bunu mağaraların en derin yerlerinde bir kaç kere görmüştü.
-Neden geldiniz?
-Biz mi?- Baran daha laboratuvara şaşkın şaşkın baktığı için soruyu anlamamıştı.
-Yardım etmek için.
-Ama sen zaman yolcususun, büyük yardımlar yapamazsın?
-Neden?
-Büyük yardımlar, büyük değişımlere...
-Peki ya, yardım büyük şeyleri değiştirmiyorsa?
Korkudan donakalmıştı. Gözbebekleri o kadar büyüdü ki mavisi neredeyse gözükmüyordu. Birkaç dakika sakinleşmesini beklediler...
********************************
Uzun konuşmalardan sonra
-Hazırlıklarını yap. Gidiyoruz.
-Tamam. Siz de birşeyler istermisiniz?
-Ben almayayım ama Baran'a yemek ve bir kılıç ver.
-Daha iyi silahlarım var emin misiniz?
-Şu elindeki gibi mi? Onu kastediyorsan almayayım.
-Peki sen bilirsin.
Kalmer yanına bir altın kılıç(pek güçlü değildi hafif olması için altındandı), küçük silahı ve iki tane ona benzer büyük silahla bir de değişik bir yay ve birçok şey alırken Baran da normalden keskin ve hafif olan bu demir kılıca alışmaya çalışıyordu. Kalmer kendisini merak etmesinler diye bir not bırakıp, eşyalarının çoğunu bir çantaya koydu. Önlerinde beliren yuvarlak, sarı, parlak portalda kayboldular.
****************************
Portala girdikten 25 gün sonra, Steve'in köyü
Portaldan çıktıklarında büyük bir köydelerdi. Zaman açıklamaya başladı.
-Yaklaşık bir ay sonrasındayız...
-Vaay...
-Ve Kanlı Köydeyiz.
Baran'ın bu çıkışına şaşıran Kalmer köyden daha büyük olan mezarlıkları gördü.
-Ne oldu burada.
-Çok şey ama en önemlisi en büyük savaşlar ve katliamlar burada oldu.
Baran anılarıyla boğuşuyordu. Zaman, Kalmer'e küçük bir harita vermiş, kendisinin bir süre gelmeyeceğini, Güneş'in akşam buraya geleceğini yarın sabahtan itibaren haritadaki yola gitmelerini söyleyip kaybolmuştu.
Kalacak bir han bulduktan sonra düşünmeye başladılar.Baran kendine bir tepsi baklava söylemiştii. Sonuçta yıllardır yemek yememiş ve kendini mutlu edecek hiçbirşey yapmamıştı. Güneş batarken Kalmer odadan çıkıyordu.
-Nereye?
-Terasa.
-Ne yapacaksın?
-Baklavadan başka bir şey düşünürsen anlarsın.
-Yıllardır ne çektim biliyor musun? En azından bunu hakettim.
- Tabi sen de haklısın. Güneş, akşam gelecekti. Hava kararmak üzere, ona bakacağım.
- Nasıl tanıyacaksın? Sen onu daha önce görmedin.
-(Şöyle bir düşündü) Akşam vakti bizim gibilerden başka kim dışarda olur ki?
-Haha! Aynen! Yanında bir kızda olabilir bu arada adı Sekonya.
-Sevgilisi mi?
-O kadar süreden sonra artık evlenmişlerdir. Neyse sen çık ben de geliyorum.
-Tamam
Birkaç dakika sonra Baran koşarak gelmişti.
-Hey şu tarafa bak
Gösterdiği tarafta, kasabanın biraz uzağında küçük bir ışık vardı. Daha dikkatli bakınca ışığın birinin elinden çıkan ateş olduğunu anlamıştı.
-Hey! Güneş! Sekonya!
Güneş:
-Sen kimsin?
-Baran! Kahraman Baran!
Sekonya:
-AA! Baran! Koş koş bu sana bahsettiğim Baran.
Sekonya 30 yaşlarında, sarışın, atletik vücutlu, güzel bir kadındı. Binaların üzerinden atlaya atlaya geliyordu. Güneş'te önce kararsız kalsa da sonra ateşler püskürtüp uçarak geldi terasa. Sekonya'yla Baran sımsıkı sarılmıştı. Güneşi görünce Baran hemen ona da sımsıkı sarıldı ama hasret gideremeden hanın sahibi "Binayı başıma yıkmadan defolun" diyerek onları kovdu. Sokakta gece yarısına kadar hasret giderirken arada gelen yaratıklar güneşin yolladığı ateş topuyla yanarak ölüyordu. Güneş çok tuhaftı. Sekonya'dan büyük olmasına rağmen 20 yaşında gözüküyor ve davranıyordu. Ayrıca sanki onları tanımıyormuş gibi durgundu. Durgunluğunu yorgunluğuna verdi ve başka bir hana gitmeyi teklif etti. İşleri çok iyi gitmeyen eski, ahşap bir hanın sahibi Güneş'in ateş yakmaması şartıyla kabul etti onları. Ve uzun bir sohbet başladı. Baran:
-Nerelerdeydiniz?
Sekonya cevap verdi:
-Güneşi aradım.
-...
-Anlatacağım şey çok tuhaf ama onca şeyden sonra yadırgamazsınız sanırım.
-Anlat.
-O günden sonra kendimizi bir çölde bulduj. Ben o gücümle(burada biraz duraksadı) hiç yaşlanmazken o yaşlanıyordu ve bir gün ortadan kayboldu. Ölümünü görmemem için kaçtığını düşündüm ve cesedini aramaya başladım. Onu iki yüzyıl kadar sonra gencecik 17 yaşında bir ormanda buldum. Beni tanımadı ama ateş sacmasından ve karakterinden o olduğunu iyice anladım sonra yaşlanınca gene kayboldu.(Hüngür hüngür ağlıyordu artık) Bu böyle devam ediyordu yıllardır. En son onu 2 ay önce eski krallıkta buldum. 15 yaşında bir mağarada bulup yetiştirmişler. Yine beni tanımadı ama ben ona anlattım herşeyi...
-Onca şeyin üstüne bu çok tuhaf. Ben evlenmişsiniz mutlu mesut yaşıyirsunuzdur diyordum.
-Evet evlendik. Ama bu savaş ortamında pek mutlu mesut yaşanmıyor.
Bir süre sessizlik oldu. Güneş konuşma ihtiyacı hissetti:
-Ben kendimi sadece 15 yaşımdan beri biliyorum. O mağarada bulunduğum günden önce yok gibi ama onu ilk görüşte yine âşık oldum.
Sekonya sarılıp yanağından öptü.
-Peki bu oğlan kim? Ben bizim hikayeyi anlattım.
-Adım Kalmer. Ama gerçekten 16 yaşındayim ben.
-Kalmeri ben de sadece birkac saattir tanıyorum benin hikayem farklı. O günden beri endermanların tutsağıydım. Gücümü Ejderha üstünde denemye calıştım ama o kadar güçlüydü ki beni ele geçirip ordularını yönetmek için kullandı yıllarca...
-Neyse geçmişi boşverip bu savaşı bitirmeye bakalım. Bu haritayı Zaman verdi...
-Zaman kim hic bahsetmedin Sekonya?
-Ben de bilmiyorum canım.
-Bir zaman yolcusu. Benden bile büyük bir mucit olduğunu tahmin ediyorum ama tamamen tanıyan yok. Neyse haritaya dönelim.
-Aynen sonra da uyuyalım. Ejder p*c* uyutmadı yıllardır...
-Neyse! İlk yol yakınlarda bir yeri gösteriyor. İkincisi ise bambaşka bir yerden başlayıp çok uzaklara gidiyor.
-İkinci yol Son portalının olduğu yere gidiyor.
-O ne?
-Ejderin hapsedildiği yere açılan bir portal.
Adı bile "Son" olan bir yer... Kim bilir nasıldı? Ve bu yere gideceklerdi. Baran:
-Yatabilirmiyiz?
-E hadi yatalım.
-Sadece benim için değil.
Göz ucuyla Güneş'le Sekonya'yı gösterdi. Birbirinin ellerini oynayıp kıkırdıyorlardı. Kendilerine bakıldığını görünce utanıp ciddileştiler. Baran ve Kalmer'in kalkmasıyla onlarda hızla odalarına geçip mutlu gece yaşadılar.
Sabah kahvaltı yapıp haritaya göre yola çıktılar. İlk yolu izlediklerin kendilerini bataklığın kenarında boş bir alanda buldular. Büyük ihtimalle burayı kazmaları lazımdı ama yanlarında malzeme yoktu. Baran koşarak ormana girdi. Döndüğünde arkasında iki creeper vardı. Creeperları kontrol ediyordu. Creeperlar kazmayı düşündükleri yere gelip patladılar ve ilginç tüneli açığa çıkardılar. İlk olarak Güneş girdi içeri, zombilerden kurtulup elinden çıkan ateşle tüneli aydınlatınca diğerleride girdi içeri. Ama harita burada bitiyordu ve tüneller çok karışıktı. Bir ipucu bulmak amacıyla dolaşmaya başladılar. Sol tarafta hiçbir şey yoktu gizli bir geçit bulmak için herşeyi deneselerde bir sonuç çıkmadı. Sağ tarafta ise ortada obsidyan kaplı bir koridor, solunda ve sağında ise ikişer tane taş tuğladan koridor vardı. Önce obsibyan kaplı olana girdiler. Obsidyanın iyi yanı pistonlarla ittirilemediği için tuzak olma riski daha azdı. Hem Zaman'ın direk gidecekleri yeri değilde başka bir yeri göstermesindeki amacı gidecekleri yerin kazılmayacak şekilde kaplanması olabilirdi. Fikirleri doğruydu ama bu istedikleri yere rahatça gidebilecekleri anlamına gelmiyordu. Tedbiri elden bırakmayan Baran, loş ışıkta net gözükmeyen duvarlara bakıyordu. Birden "Eğilin!" Diye bağırdı. Bazı yerler obsidyan yerine kömür bloğuyla kaplıydı. Aradaki fark pek belli olmadığı için Baran dışında kimse farketmemişti. Baran eğilmelerini söylediğinde tuzak çoktan çalışmış üstlerine ok yağdırıyordu. Kimse kaçacak kadar çevik olmasada Güneş her an tetikteydi ve Baran'ın bağırışını duyar duymaz elindeki ateş büyümüş, etraflarını sarmış, okları küle çeviriyordu. Sonra ateş küçüldü küçüldü ve tekrar eline döndü. Anlaşılan kafalarına göre gitmek yerine haritayı okumaları daha iyi olacaktı. Sekonya haritayı çözmek için dışarı çıkmayı önerince Kalmer'in aklına bir fikir geldi:
-Belki de ışıksız ortamda bakmamız gerekiyordur. Sonuçta mağarada gideceğiz.
-Ama Güneşin yanımızda olacağını biliyordu.
-Evet... Evet!
-Ne?
-Şu tuzağı bir inceleyelim. Etrafta ip veya basınç plakası yoktu.
-Haklısın... anladım sanırım.
-Bize de anlatır mısınız?
-Dur, son bir şey daha bulmalıyız(Etrafa bakındı) Yukarı bakın!
-Baca mı bu?
-Hayır tuzak. Sanırım ilerde bir ışık sensörü var. Mağaraya bir insan girerse mutlaka ışığa gerek duyacak...
-Vaay... süpermiş.
-Ölmemiz dışında! Anlatın!
-Kısaca tuzaklardan kurtulmamız için karanlıkta gitmeliyiz. Güneş ateşi söndürür müsün?
-hıhı.
-Bakın parlıyor!
Haritada gidecekleri yollar parlayarak belli oluyordu. Gerçekten de başka bir tuzağa yakalanmadan gitmeleri gereken yere vardılar. Son noktada bir not vardı: "Portalı çalıştırın ve ölmeden gidin"
Kalmer bu ilginç şeyi dokunarak inceliyordu. Diğerleri ise ne yapmaları gerektiğini düşünüyordu. Baran dayanamadı:
-Ee profesör nasıl çalıştıracaz bunu?
Kalmer:
- Ben mi?
- Evet.
-Yanımızda buna benzer hiç birsey yok, eklememiz ya da düzeltmemiz gerek bir şey de yok gibi, sanırım sadece enerji vermeliyiz.
- Ateş gibi mi?
- Evet!
- Ve burada da ışıkla çalışan tuzaklar var...
- Ama hemen girersek kaçabiliriz! Aşırı kolay!
- Hadi hazır olun!
Güneş ateşi yaktı. Portal açılırken tüm tüneli aydınlatıyordu. Okların havadakı uğuldamasını duyduklarında Güneş yine onları korumuştu ama Tnt yağmuruna ve lav akıntılarına karşı yapabilecekleri bir şey yoktu. Onlar portala girdikten sonra tüm tünel havaya uçmuştu. Kasabadakiler bile patlamanın sesini duymuşlardı. Bir tür girdabın içinde düşüyorlar gibiydi ama hareket etmediklerini de hissediyorlardı. Ne tarafa baksalar aynı yer gözüküyordu:Kanlı Köy. Ama büyük kasaba ve mezarlıklar yoktu. Önce bir ordu ile Kölçor, Herobrine ve ordusunu durduruyor. Sonra Steve ve ailesi... Kanlı Köy'ün kanlı geçmişiydi karşılarındaki Sekonya bir yerde dayanamayıp ağladı:
- Ben artık izlemeyeceğim.
Kalmer:
- Aynı duruma düşmek istemiyorsak öğrenmek zorundayız.
Gözlerinin önünden geçen savaşlar ve yüzyıllar onları hem dehşete düşürmüş hem de hayran bırakmıştı. Bugüne geldiklerinde kasabanın uzağındaki yüksek dağların ulaşılması imkansız derecedeki dik bir tepesindeki parlaklığın kasabadakilerin ilgisini çektiğini gördüler. Bunun Zaman tarafından bırakılan bir işaret olduğunu düşündüler çünkü artık bu şeyden çıkıp dünyaya dönmeleri lazımdı ve haritadaki ikinci yol oradan başlıyordu. Düşündükleri anda kendilerini o tepede, parlak şeyin yanında buldular. Altın bloklarından oluşan, sırf dikkat çeksin diye konulmuş bir dikitti. Dağın kasabaya doğru olan kısmının dikliğinin aksine öbür taraf sadece hafif bir yokuştu. Haritanın gösterdiği yöne doğru yola koyuldular. Gece yaratıklara yakalanmamak için uyanık kalmak zorunda olduklarından yakklaşık bir ay boyunca gündüzleri kamp kurup gece yol alarak ilerlediler. Nihayet bir gece vakti haritanın sonuna geldiler. Ufku kaplayan bir düzlükte, tuhaf yeşil blokların gözüktüğü, hiç yaratık olmayan bu yeri süzerlerken, Bir süree sonra herkes Baran'ın baktığı tarafa bakmaya başladı. İlk başta gördükleri uzaktaki büyük bir ateşti. Sonra ise bu ateşin içindekileri görünce kanları donmuştu.

Ateşler saçarak ilerleyen bu orduda hiç görmedikleri yaratıklar vardı. Siyah iskeletler, altın kılıç taşıyan ve hiçte yavaş olmayan zombiler, uçup ateş topu atan ve ağlamasıyla insanın aklını başından alan beyaz yaratıklar, ateşten bir kafadan ibaret gibi etrafında alevli çubuklarla ilerleyen bu korkunç yaratık... Demek ki işe yaramıştı. Ejderha alevi sadece blokları değil, canlıları da güçlendiriyordu. Öyle bir orduydu ki bastıkları yer yanıyor... kan gibi kıpkırmızı lavlar bu yanan taşların arasına doluyordu. Ama hâlâ tek çareleri savaşmaktı. Herkes kendini hazırlarken, Arkalarında farkedilmemesi imkânsız şeyler oluyordu. Zaman geliyordu ama çok farklı... Güneş gibi parlıyordu, bastığı topraklar havalanıyor, kimisi başka bloklara dönüşüyor... Onu tanımayan Güneş ve Sekonya ise korkmuştu. Güneş ona doğru yaklaştı. Yaklastıkça daha tuhaf şeyler oluyordu.
-Kimsin sen?
-Güneş!
-Ne?
-Ben, senim, sen bensin!
-Zaman ne oluyor?
-Kalmer! Olmuyor... Olmuş olanlar ve olacaklar kesişiyor.
-Konuşmayı bırakta savaşalım!
-Yenemezsiniz!
-Yenebiliriz..
-Yenemezsiniz, daha önce de yenemediniz!
-...
- O gün gene bir aradaydık ama birisi bir araya getirdiği için değil sadece kaderimiz olduğu için... Cehennem ordusuyla savaştık... ama yenildik. Hepsi öldü! Sekonya'm öldü gözümün önünde! Sen öldün! Baran öldü! Herkes öldü!
-Sen nasıl kurtuldun?
-Ölüyordum ama izin vermiyorlardı.
-Kim!Neden!
-Ejderhalar! Bedelini ödememi istediler ama kabul etmedim. Anlaşma yaptık.(eliyle, ilerde oluşan obsidyandan yapılmış portalı gösterdi) Onu açtılar ve diğer tarafa geçtim...
-O şey gercekten çalışıyor muydu? Portalım çalıştı mı?
-Evet Kalmer ama sakın deneme! Güzel bir hayatın var, onu yaşa! Kendini mahvetme!
Birden Zaman hava karıştı geride sadece bir ışık kalmıştı. Değişik bir sesle konuşmasına devam etti:
- Herşeyimi kaybettim! Bedenimi, sesimi, hayatımı... şu an sadece zihin ve bilgilerden ibaretim, sen yapma!
Baran'sa gözlerini orduya dikmişti:
-Peki şimdi ne yapacağız? Herhalde herşeyini, tekrar ölelim diye fedâ etmedin?
Zaman tekrar bir beden görünümü almıştı. Birden portalin yanında belirdi. Elinden ateşler saçıyordu.
-Tekrar açacağım... bildiklerimle yeni bir dünya kuracak ve onlarla beraber geceçeğim.
-Bedenin bilgiler artık senin, sonra ne olacak?
-Bedeli ödetmeden bırakmazlar, ödedikten sonra da her insanın ortak kaderi...
Değerken elindeki ateşler portala ... Morlar saçıldı etrafa... Önce ateşini sonra herşeyi verdi portala... Sonra gözükmedi bir daha... herşeyi yutarken adeta... herşeyi anlatıryordu onlara... Aslında savaşın özetiydi bu, bir dünyayı yıkarken yeni bir dünya kuruluyordu birilerinin fedakarlıklarıyla.
Bu öyle tuhaf bir şeydi ki yuttuğu blokların yeri boş kalmıyordu, bulundukları yeri de yutuyordu sanki portal. Yaratıklar da yutulurken Güneş ve Sekonya portaldan kaçmaya başlamıştı. Kalmer ise Baran'ı durdurmaya çalışıyordu:
-Nereye?
-Onların yanına.
-Neden?
-Korumaya ihtiyaçları var.
-Ne? Nasıl? Anlamadım. Delirmedin dimi?
-Bu güne kadar yenilen bizdik ama artık kazandık. Peki sence insanlar rahat mı duracak? Birileri onları avlayıp daha güçlü olmak isteyecek...
-Sen ne yapacaksın? Öldürecek misin onları avlayanları?
-Gerekirse... Ama önce korkutacağım. Zihinlerine girip hayallerle korkutacağım onları! Gücümü biliyorsun. Büyük güç, büyük sorumluluk demek. Benim sorumluluğumda zayıftan yana olmak!
Kalmer ona hak vermişti. Kendisi de kaçmalıydı. Kemerinin sağ tarafına vurdu. Acil durumlar için koyduğu patlayıcı hız iksirinin etkisini hissetti, etki tüm kaslarını coşturuyordu. İnsanüstü bir hızla oradan uzaklaşırken Herobrine da portala girip kaybolanlara katıldı. Güneş Sekonya'yı da kurtarmıştı. Portal kapandığında o ufku dolduran düzlük kaybolmuştu. Geride sadece yola başladıkları dağ ve endermanlara ait bir kale kalmıştı. Endermanlar köşelerde gizlenmiş hareketsiz bekliyorlardı. Kalmer'e ne olduğunu görmedikleri için önce onu aramayı düşündüler ama kalenin içinden bir ses onları çağırıyordu. Sesi takip ettiler. Endermanları farkettiler ama onlardan hiçbir tepki gelmiyordu. Sonunda sese ulaşmışlardı. Yerde siyah bir portaldan geliyordu ses. İçine girerken bir arenaya gitmeyi bekliyorlardı ama onları bekleyen ise bir mahkemeydi. Herkes yaptıklarının bedelini ödeyecekti. Ödeyecekti de, kaybedilenler geri gelmeyecekti. Kalmer ise iksirin etkisi bittiğinde hâlâ yeterince uzaklaşamamıştı. Birden kendini çok farklı yerlerde bulmaya başladı. Obsidyandan yaptığı laboratuvarına gelince durdu. Kendisini bir enderman kurtarıp buraya kadar getirmişti. Silahını hazırlasada enderman sakince beklemeye devam etti. O da durdu bekledi. Neden kendisini buraya getirmişti? Belkide diğerlerinden ayırmak için. Ama kendisini buraya getirmeseydi zaten portal tarafından yutulup gidecekti. Kendisini kurtarmıştı ama neden? Sormadan anlayamazdı. Ne soracaktı? Bilmiyordu, "Ne?" diyebildi. Endermanın ise cevabı belliydi:
-The End...

Son kısmı bağlamadan bitirmiştim. Portala girdikleri ve bu savaşın nasıl başladığıyla alakalı kısımı es geçmiştim ki en önemli kısım buydu bence. Bu yüzden yeni bir bölüm eklemeye karar verdim.
*************************************
Kendi dillerinde konuşuyorlardı ama ne söylemek istediklerini anlıyordu. Konuşmalar sanki kulağından girip beynini parçalıyor, kafatasını zorluyordu.
-Öleceksin!
-Herbiri için!
-Bedelini ödeyeceksin!
Hiçbir şey yapamıyordu. Büyük bir acıyla kıvranmaya başladı. İçinden bir şey. Büyük bir acıyla istediklerini aldıklarında kendini bomboş hissetti. Sanki o acıyı çeken o değildi, buradaki o değildi, yaşayan o değildi sanki ölmüştü. Kendini bomboş hissederken bir şey daha almaya başladılar;içinde kalan son parçayı, hayır bu son bir parça değildi. Tüm benliğiydi! Sonra yine bomboş kaldı. Sonra yine bir parça daha... Bu acıya bir daha katlanamazdı. Bir şey yapabilirdi. Yavaşça doğruldu, gözlerini açtı. Dün gece tuttukları handa yataktaydı. Dün geceyi hatırladı:
-İkinci yol Son portalının olduğu yere gidiyor.
-O ne?
-Ejderin hapsedildiği yere açılan bir portal.
Konuşmaya pek kulak vermemişti.
Baran:
-Yatabilirmiyiz?
-E hadi yatalım.
-Sadece benim için değil.
Baran'la Kalmer onlara bakıyordu. Önce utanmıştı. Sonra Sekonya ile odalarına çekilmiş... O anlar aklına gelince gülümsedi. Şimdi nerdeydi? Portal!
Rüyasındaki acılar aklına gelince delirdi. Önce kafasını duvarlara vurmaya başladı! Hayır! Geçmiyordu! Kendini pencereden attı! Bacağı kırılmıştı ama rüyasındaki acının yanında hiçti. Insanlara ve özellikle sert şeylere çarpıp kendini yaralaya yaralaya gidiyordu. Ateş gücü geldi aklına kendini yakmaya çalıştı. Olmuyordu. Birden kafasında bir aci hissetti. Bu acıyla rahatlamıştı.
Tekrar tekrar tekrar... hep aynı rüya aynı, tekrar eden acı! Ölüm! Kendine geldiğinde beyaz bir odada yatağa bağlı şekilde duruyordu. Acı aklına gelince yine kendini yaralamak istedi, olmadı. Çok sıkı bağlanmıştı. Yatağı ve kendini yakmayı denedi. Yine olmadı. Yine mi? Doğru. Daha önce de handa uyanmış ve kasabayı birbirine katmıştı. Burası neresiydi? Farklı şeyler düşündükçe acısını unuttu. Odaya Kalmer ile Baran girdi. Kalmer tuhaf davranıyordu ve nefes almadan konuşuyordu:
-A uyandın mı? Ne güzel. Sekonya iyi. Kendine zarar verme diye bağladık. Yemek su ister misin?
Bu arada Baran yanına gelmişti. Birden bağırdı.
-Aaa! İmkansız! Sana olmayacağını söylemiştim!
İkisi de şok olmuş Baran'a bakıyordu. Baran'ın yüzündeki ifadeyi görünce aklına rüyası geldi. Acı! Izdırap! İşkence! Ölüm! "Lava atın beni" diye bağırıyordu. Sonra gene kendinden geçti. Ve aynı rüya, tekrar tekrar...
Uyandığında ormanlık bir yerde bir gölün kıyısında kafası hariç suyun içinde yatıyordu. Ne kadar güzel ve huzur bir yer diye düşündü. Kalmer'le Baran başında bekliyordu. Yanların Sekonya da vardı. Sekonya'yı görünce ayağa kalktı. O da kalktı. Üstünün sırılsıklam olması umurlarında değildi. Uzun uzun sarıldılar.
*************************************
-Sevgilini iyileştirdiğimize göre herşeyi anlatırsın artık?
-Elbette.(birden yüzü asıldı) zamandan bile önceydi...(ağlamaya başladı) Baran sen anlat ilk kısmı nasıl olsa biliryorsun, sonunu da biliyorsun ya.
-Hatırlarsın. Sana bu savaşın güneş doğmadan önce gökyüzünde sadece ay varken başladığını anlatmıştım. O zamanlar ağaçlar mor ve kırmızı yapraklıydı. Portal gitmek için geçtiğimiz o geniş alan ve ötesi eskiden ejderhaların ve yaratıkların yaşadığı yerlerdi.
-Ne zamandı hatırlamıyorum ama birden çok ejderha olduğunu duymuştum.
-Enderdragon nasıl endermanların lideri, akıl hocası, yöneticisi ve güç kaynağı ise her yaratığında lideri vardı.
-Bizim liderimiz kimdi?
-Biz kendi kendimizi yönetirdik, güç kaynağımız ise ağaçlardı. Hatta o zamanki lider...
-Lider sendin?
-E...evet. Ejderler bizi etrafı yıkan, tüketen böcekler olarak görüyordu. Bir süre sonra sık sık bizim tarafımıza geçmeye yaratıklarını aramıza sokmaya başladı. Yine böyle...
Sekonya ağlayarak söze girdi:
-Ben onlardan birini öldürdüm...
-Öldürdüğü bir creeperdı. Korku ejderinin yaratığı... Böyle bir şey ilk defa olduğu için kimse ne yapacağını bilmiyordu. Yaratıklar geri çekildi ama ejderha tereddütsüzce sınırlarımızı ihlâl etti. Ve Sekonya'yı yaktı. İyileşmesi için...
-Onun kendini iyileştirme yeteneği yok mu?
-Hayır o sefer yoktu.
-Neden o zaman değilde sefer diyorsun sürekli?
-Bu olaylar zamandan önce oldu. Sadece neden-sonuç, sıralama vardı ama kesin bir zaman kavramı yoktu. İyileşmesi için bitkilerden şifalı bir karışım gerekiyordu. Ama yeşil yapraklı bitki, şimdikiler gibi...
-Çok kafa karıştırıcı...
-Neyse işin özü ateş gücü olan iki ejder vardı. Sekonya'yı yakan Korku Ejderi olduğu için onu öldürdü...
-Nasıl? Daha önce ejder görmedim ama tek başına kesilemeyecek kadar zor old...
-Şimdi! Şu kısmı anlaman biraz zor olacak. O sefer Enderdragon'u öldürdüğü için ateş gücü vardı. Ve bu büyük bir avantaj... Ve son olarak ordu toplayarak Yaratıklara saldırdık Enderdragon hariç tüm ejderleri öldürdük. O da lidersiz kalan yaratıkları yönetmek için benim gücümü kullandı ve burdayız.
-Güneş nasıl ejderhayı hapsetti?
Baran kimse bilmiyor gibisinden bir işaret yaptı ve artık susmuş olan Sekonya'ya döndü.
-Orada ne oldu?
Sekonya oradan geldikten sonra Baran'a düşman gibi bakmaya başlamıştı. Yine kötü bakış attıktan sonra konuşmaya başladı.
-Sen onu öldürdün!
Yeniden ağlamaya başladı. Baran sinirle ayağa kalktı ve Portaldan geçerek nether'a döndü. O gidince sakinleşen Sekonya anlatmaya başladı:
-Ejderhalar... ölmüyorlar. Dev gibi bir yumurtaya dönüşüp dirilmeyi bekliyorlar.
-Ne lazım bunun için?
-Bir başkasının hayatı... Güneşin sık sık yaşlandığını ve birden kaybolup tekrar genç olarak ortaya çıktığını söylemiştim sana. Meğer onu kendileri için tekrar tekrar yaşatıyorlarmış. Onu orada defalarca öldürüp yaşamını ejderleri diriltmek için kullandı.
-Kim?
-Herobrine!
-Baran mı?
-O pislik. Tutturmuş bir adalet diye. Ucube! Bizi tahrik ettikleri için yaratıkları ve ejderleri sadece oraya hapsetmekle kaldı. Bu savaşı başlatan asıl hareketi biz yapmışmışızda(Bağırak ağlıyordu). Ejderler için onu defalarca öldürdü! Ölen insanlar için de onu bu acılarla! bir ömür yaşamaya mahkum etti. Ve...(hıçkırıyordu) benim... cezam... onu böyle... izlemek...
************************************
Şu nether kadar da sıcaktı. Sekonya'nın soylediklerini Baran'a aktarırken terden ölmüştü. Ama Baran'ın tepkisiyle buz kesti:
-Doğru olabilir, yerinde bir ceza.
-Ne?
-İlk yaratık öldüren Sekonya'ydı. Savaş için ordu toplayanda Güneş... Bunların cezasını çekmeliler.
-Sen mükemmel misin!? Onları durdurabilirdin. Ejderi durdurabilirdin. Senin cezan?
-Burası yeterli değil mi? Cehennemde yaşıyorum baksana!(sakinleşti) Ve onlara bu cezayı vereceğim...

Demek kendisi de pek hoşnut değildi yaptığından. Vicdan azabı çekiyordu.
-Peki niye hâlâ yaratıklar geceleri insanlara saldırıyor. Maden herkes yaptıklarının cezasını çekti...
-Savaş zamandan önce başladı, mahkeme zamandan sonra olacak. Bu savaş sonsuza kadar sürecek...
-Peki enderman beni niye kurtardı?
-Bizler hatalarımızın bedelini ödüyoruz, sense henüz hata yapmadın.

Biraz fazla "fantastik" bir bölüm oldu ama saçmalamadıgımdan emin olabilirsiniz. Yeni hikaye yazayım mı? Pek iyi bir yazar olmadığımın farkındayım o yüzden size soruyorum bu soruyu. Beğenir ve ya güzel yorum yaparsanız sevinirim. Gerçek anlamda sevinirim.
 


Son düzenleme:

Jacops

Bedrock Kaşifi
Mesajlar
1,656
En iyi cevaplar
0
Beğeniler
1,636
Puanları
4,700
Ruh hali
2.bölüme nereden bakıcağız.
 

Shrike

Lapis Toplayıcısı
Mesajlar
1,053
En iyi cevaplar
0
Beğeniler
1,899
Puanları
3,200
okumaya çok üşendim
 

furkan3000

Obsidyen Madencisi
Emektar Üye
Mesajlar
1,427
En iyi cevaplar
62
Beğeniler
668
Puanları
3,710
Ruh hali
Dostum öyle yapmasaydın ayrı konu aç
Adminler kızıyor ama sanırım yorum olarak atmam daha mantıklı olur.
---------------------------------------------------
Bölüm 3 konuya eklendi
 
Son düzenleme:

reisben55

Kızıltaş Madencisi
Mesajlar
672
En iyi cevaplar
0
Beğeniler
127
Puanları
570
Adminler kızıyor ama sanırım yorum olarak atmam daha mantıklı olur.
---------------------------------------------------
Bölüm 3 - Fedakarlık
Kalenin taşlarına saklanan gümüşçünler bu haberi hiç vakit kaybetmeden Herobrine'a iletirler. En güçlü rakibinin ölümünü duyan Herobrine yıllardır topladığı ordu ile gece kaleye saldırır. Kaledekiler de tüm hazırlıklarını tamamlamıştır. Okçular yaratık ordusunu yok ederken 3 Kardeş babalarından aldıkları güçlerle Herobrine saldıracak ve onu tuzağa düşürecektir ama yaratık ordusunun düşünlerinden binlerce kat büyük olması planı baştan bitirir...
Gözcüler:
-Herobrine geliyor! Fakat ordusu çok kalabalık!
Dışarı bakan herkes korkudan titrer sadece ön safta yürüyen zombiler bile gecenin karanlık ve sisinde tüm ufku doldurmuştur.
Büyük Oğul:
-(kimse duymasın diye kısın bir sesle) Hepimiz öleceğiz.
Küçük Oğul:
- Savaşmaktan ve ölnekten korkmuyorum ama diğerlerinin ölümüne sebep olmamak için kaçmayı öneriyorum.
Büyük Oğul:
-Sadece zombiler olsa mantıklı olurdu ama...
Ortanca Oğul:
-Tamam ya sorun değil ben ölürüm siz sadece dediğimi yapın.
-Ne?
-Kesin kafayı yedi.
-Cadının en büyük gücünden bahsetmişti babam içimdeki cadıyı ne kadar serbest bırakırsam o kadar çok güclenirim ve dolunayda en karanlık vakitte bir örümcek ordusu oluşturabil...
-Peki cadıyı ya geri kontrol altına alamazsan?
-Büyük ihtimal alamayıp bir cadı
olacağım ve örümcekleri size saldırtacağım ama siz beni tam zamanında... tam zamanı...
-...
-Tam zamanında öldür...
-Hayatta olmaz!
-Evet "Hayatta" olmaz ama şu orduya bak hepimiz artık ölü sayılırız.
-Yinede kabul etmiyorum.
-Tamam ben orduyu yenince siz herobrine'ı tuzağa düşürün.
-Kabul etmiyoru...
Bir bulantı iksiri attı ortalarına ve ikisini de bayılttı sonra korkmuş olan ordunun yanına gidip
rastgele birine
-Peşimden gel zamanı gelince beni öldür.
-...
-Kapıyı açın! Gel.
-Ne? Nasıl?
Korkunun üstüne şaşkınlıkta eklenince ne yapacağını şaşırmıştı ama değerlerinin durumu da farklı değildi ama vakit yoktu zorla kolundan çekerek dışarı çıktı ve beklemeye başladı... Zombiler ağır ağır geliyor ve orduyu yavaşlatıyorlardı. Bu iyi nir şeydi ovayı aşıp gelmeleri gece yarısını bulacaktı ve tam istediği gibide
oldu. Babasından öğrendiği en tehlikeli sözleri kullandı en güçlü iksirleri çağırdı. İçindeki cadı gittikçe güçleniyordu...
-Sss...Sspawn...CaveSpi... Spawn cavespiders!
Konsantre olmak için gözlerini kapamıştı ama hissediyordu şu an yaratıkların dilinde konuşuyordu ve her yer örümcek dolmuştu.
- Attack! Kill all monsters.
Örümcekler zombi ordusuna saldırdı. Çekirge sürülerinin tarlayı harap etmesi gibi zıplaya zıplaya ilerleyen bu tuhaf küçük yeşil
örümcek tüm zombi ve iskeletleri katlediyordu. Ordunun yarısı yok olmuştu ama daha fazla dayanamazdı tamamen bir cadı olmak üzereydi yanında getirdiği askere artık kendini öldürmesini söylemeliydi.
-Kill me.
-Ne.
-Kill me.
-Canavarlar gibi konuşuyorsun. Anlamıyorum.
-Kill... My spiders kill(askeri gösterdi)
Artık tamamen bir cadıydı. Asker bu son 'kill' kelimesinden sonra
örümceklerin kendine geldiğini görünce ecel terleri döktü... Ölecekti... Bir dakika kill ya öldür demekse? tabi ya kendisini zamanı gelince öldürsün diye getirmişti. Ani bir hareketle kılıcını sapladı. Kan akmıyordu önce siyah bir duman çıktı, duman yükselmiyor akıyordu. Düştüğü toprağı kahverengi tuhaf bataklık gibi içine çeken bir kuma dönüştürdü(tarihteki ilk ruh kumu :( ) sonra da kırmızı tohumlar düştü bu toprağa ve en son kan...
Yavaşça dizlerinin üzerine düştü. Elini askerin omzuna koydu:
-Sağ ol kardeşim bu iyiliği kendi kardeşlerim bile yapmadı. (Asker şaşkın ve üzgündü) Dikkatini topla savaş bitmedi...
Hala creeperlar endermanlar ve az önceki örümceklerden oluşan dev bir ordu duruyordu. Acaba, dedi aynı sözleri kullanarak örümcekleri kullanabilirmiyim?
-(gözlerini kapatarak) Kill all...(ne demişti)kill all mosur... Kill all mastır... Kill all monster...kill all(gözünü açtı örümcekler çok yaklaşmışlardı) hasstır.
O kaleye koşarken küçük bi ok yağmuru örümcekleri ve
creeperları teker teker yere seriyordu. Hava iyice karardı. Gecenin karanlığından da karanlıktı... Yağmur bulutları toplanmıştı. Yağmur yağıyordu! Endermanlar etrafa kaçışıyorlardı şans insanlardan yanaydı ova da sadece Herobrine kalmıştı. Kardeşlerden biri herobrine'ı ok yağmuruna tutmaya çalışmasıyla yerin patlayarak onu uzağa fırlatması bir oldu. Herobrine:
- Sanırım güçleri bölüşmüşsünüz bide sert çocuk olacaktı o nerde.
Aniden arkadan 2 ayağına da ok saplandı. Asil okçu arkasındaydı.
- Aslında sert çocuk benim...
Herbrine'ı tuttuğu gibi yere çarptı ve birden yer patladı ikiside havaya uçtu ve patlamayla üstü açılan lav gölüne düştüler
- Ee Herobrine kendi ilacının tadına bak.
- Sen öleceksin asıl. Hahaha.
İkiside lava düştü. Büyük oğul önceden kardeşinden aldığı ateş direnci iksiriyle kurtuldu ama herobrine ayağından vurulduğu için kaçamadı ve lava düşüp öldü...
İyi , güzel bir hikayeydi.
Paylaştığın için teşekkürler.
Ancak bana kalırsa biraz daha uzatılabilirdi (ki güzel olurdu :))

İyi Günler ve iyi Forumlar ...
 

Üst